Şeriattan Önce Şer'îlik (Meşruiyet)

 

Bugün İslâm dünyasındaki en garip ve şaşılacak olgulardan biri de, pek çok diktatörlük mağdurunun, -zaten böylelerinin çoğu da bizdedir- fikrî ve ahlâkî yönden, diktatörlüğe cevaz verenlerin en şiddetlilerini teşkil ediyor olmalarıdır. Fiilen diktatörlüğe direnip, fikrî olarak ona cevaz vermek şeklinde ortaya çıkan bu garip durum, diğer siyasî Arap güçlerine oranla, İslâmî hareketlerde daha açık bir şekilde görülüyor.

 

Bunun sebeplerinden biri, maalesef İslâmi ilkelerin bir yansıması olmaktan uzak olan tarihî siyasî düşüncemize bağlılıktır. Evet, tarihî siyasî düşüncemiz, "gücün iktidarı" ile şekillendiği oranda bu ilkeler ile şekillenmemiştir.

 

Cezayirli filozof Malik bin Nebi, şekillenmedeki bu hastalığı teşhis etmiş ve şu sözleriyle bunu vurgulamıştır: "İslâm medeniyeti, İslâmî ilkelerden ortaya çıkıp gelişmemiştir; bilakis bu ilkeler, baskıcı dünyevî iktidar ile şekillenmiştir." Bu sözler, İslâm medeniyetinin –en azından- siyaset alanı için geçerli olan ince bir tespittir.

 

Ancak fiilen diktatörlüğe direnip, fikrî olarak ona cevaz vermek şeklinde ortaya çıkan bu garip durumun ana sebebi, eski tarihimizden çok, modern tarihimizden kaynaklanıyor. Pek çok millet eski tecrübelerini aşmış ve kendilerini bağlayan çok uzak tarihlerdeki bağları kırmıştır.

 

Evet, bu garip durumun ana sebebi sömürgecilik ve sömürgeciliğe bağlı aşırı tepkisellik ile, hiçbir eleştiriye veya gözden geçirmeye tabi tutmadan, doğru olsalar bile, Batı'dan gelen her şeyi reddetmektir.

 

Sömürgecilik, sömürdüğü toplumlarda çok kötü etkiler bıraktı; o toplumların zenginliklerini yağmaladı, birlik ve bütünlüklerini parçaladı, kimliklerini bozdu… Ancak -benim kişisel görüşüme göre- Batı sömürgeciliğinin İslâm topraklarında bıraktığı etkilerin en kötüsü, Avrupa'nın yükseliş çağlarında iki medeniyet arasında kurulmuş insanî ilişkileri bozmasıdır.

 

Batı ve İslâm dünyası arasındaki tarihî ilişkileri inceleyen biri, sömürgecilikten önceki dönemde, her iki dünyada karşılıklı bir hayranlık bulunduğunu kolaylıkla anlar. Nitekim bunu bazı Batılı filozofların kitaplarında görüyoruz. Örneğin Fransız filozof Jean Jacques Rousseau, "Toplum Sözleşmesi" isimli eserinde "İbn-i İsmail'in kanununa ve onun siyasi sistemine" olan hayranlığını dile getiriyor. Rousseau "İbn-i İsmail'in kanunu" ile İslâm şeriatını kastediyor.

 

Yine bu dönemdeki Alman edebiyatçılarının en meşhurunun, Arap ve Fars edebiyatına büyük bir hayranlık duyduğunu görüyoruz. Evet, Alman şair Goethe'nin "Doğu-Batı Divanı"nda, özellikle de "Muhammed'in Şarkısı" isimli kasidesinde bu hayranlık kolaylıkla idrak edilir. Hatta o dönemde, Alman edebiyatçılarından biri kendisini "Arap edebiyatının şehidi" olarak isimlendirmiştir.

 

Diğer taraftan Muhammed Abduh, Rifaa et-Tahtavî, Hayruddin et-Tunusî, Abdurrahman el-Kevâkibî ve Allâl el-Fasî ... gibi müslümanların fikir ve ilim öncülerinin hepsinin de Batı medeniyetine ve Batı'nın siyasî sistemine hayran olduklarını görüyoruz. Hatta et-Tahtavî bu konuda "Tahlisu'l-İbrîz ilâ Tahlisi'l-Paris" isimli meşhur kitabını yazmıştır. Muhammed Abduh da "Batı'da Müslümansız İslâm, Doğu'da ise İslâmsız Müslümanlar" gördüğünden bahseder.

 

Ancak İslâm âlemi ve Batı arasındaki bu karşılıklı hayranlık, sömürgeciliğin başlamasıyla maalesef yok olup gitti ve bunun yerini, karşı karşıya gelmenin araçları ve dili aldı. Batı, Müslümanları zelil kılıp boyun eğdirmeye ve bu amaçla fikrî ve propagandaya dayalı bir söylem kullanmaya yöneldi. Müslümanlar da Batı'ya karşı koyup ondan yüz çevirmeye ve iyi ya da kötü olup olmadığına bakmaksın oradan gelen her şeyi reddetmeye yöneldi. Savaş ortamında her iki taraf da kendi ekseninde dönmeye ve diğer tarafın hiçbir iyi yanı olmadığını söylemeye koyuldu.

 

Hayranlığın savaşa dönüşmesinin ve karşılıklı kurulan ilişkilerin kesintiye uğramasının zararı, hem Batı, hem de Müslümanlar için çok büyük oldu. Ancak bu zarar Müslümanlar için daha büyük oldu. Çünkü Müslümanlar, tarihlerinin bu zor döneminde, kültürel sözleşme veya siyasî ittifaklar olmaksızın, Batı'dan öğrenmeye en çok ihtiyaçlarının bulunduğu bir süreçten geçiyorlar.

 

Ancak Batı da, İslâm kültüründen, kendisini bencillikten kurtaracak ve taşlaşmış kalbini yumuşatacak hususları öğrenme şansını kaybederek zarara uğradı.

 

Böylece bütün yoğunluğu ve katılığı ile, "kuvvetin dili"ni geçerli dil haline getiren sömürgecilik, her iki tarafı da karşılıklı iyi ilişkiler içinde olmanın güzelliklerinden mahrum bıraktı. İslâmcılar, kimliklerini koruma ve savunma hususunda sergiledikleri hırsları ile ilişkilerin kesilmesinden en fazla etkilenen kesim oldu.

 

Bu etki en fazla, İslâmcıların demokrasi ve iktidarın şer'îliği (meşruiyeti) konularında sergiledikleri tavırlarda ortaya çıkıyor. Bu konular, İslâmcıların fikrî önceliklerinde veya uygulamaya dönük planlamalarında yeterli bir yer işgal etmiyor; hatta henüz fıkhî düşüncelerinin ve şer'îlik sıralandırmalarının aslî bir parçası haline bile gelmedi. "Paralel düşünme" halen geçerli olmaya devam ediyor.

 

Bu yüzden pek çok İslâmî kitabın "İslâm ve Demokrasi"den veya "Demokrasi ve İslâm"dan bahsettiğini görüyoruz. Sanki bu ikisi, birbirine paralel olan iki çizgidir. Bu yaklaşım, (yönetimde esas alınacak) demokrasi ilkesinin, onun, değerler görüntüsünden (yani Batı'da kendisine yüklenen değerler ve anlamlardan) veya uygulanma üsluplarından ayrıştırılıp, onun unsurları hakkında –amacı tartışma değil, öğrenmek olan- uygulamaya yönelik hüküm vermedeki acizliğe işaret ediyor.

 

"İslâm demokrasiye uygun mudur?" sorusu uzun bir zamandır sorulmaya devam ediyor. Bu sorunun sebep olduğu ve bir adım ilerlemenin sağlanamadığı lâfzî tartışmalarda, ilmî gayretler ve zihnî enerjiler heba edildi. Örneğin demokrasi kavramının yerine, ısrarla İslâmî "şûra" kavramının kullanılmasının teklif edilmesi gibi. Sanki ümmetimiz, lâfzî anlaşmazlıklar ve mücadelelerle vakit ve enerji kaybetme lüksüne sahip bir durumda bulunuyor.

 

Mücadele yüklü söylemlerin hâkim olduğu böyle bir ortamda, asıl sorulması gereken sorular sorulmadı. Şu sorular gibi: İslâm'da siyasî meşruiyetin kaynağı nedir? İslâm şeriatında ahlâkın sınırları ve kanunun sınırları nereye kadardır? Yöneticinin arzusu, kanundan üstün müdür -bu kanun göğün hidayetinden filizlenmiş dünyevî bir kanun olsa bile-? "Şeriatın uygulanması" din otoritesinin gerekli kıldığı ve ona hizmet etmek yerine, onu kullandığı bir üst karar mıdır? Yoksa toplumun koruyup gözettiği bir toplum projesi midir?

 

Batı'nın sarsıcı saldırıları karşısında, Müslüman aklındaki özel korkuların derinleşmesi ile, Batı siyasî sistemindeki mevcut değerlerden ve uygulamalardan yararlanma ve bunların İslâmî değerler sisteminde temsil edilmesi fırsatı kaybedildi.

 

Böylece İslâmî düşünce, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarında geçerli olan açılımcı, pozitif ve atılımcı aşamadan, öteki ve ötekinin sahip olduğu her şey hakkında kötü zanda bulunan içine kapalı, savunmacı ve kendi ekseninde dönen bir merhaleye geçti.

 

Bu durum, bir önceki aşamada İslâmî düşüncenin öncelikleri arasında bulunan siyasî meşruiyet meselesinin, İslâmî düşüncenin öncelikleri arasından çıkmasına ve "şeriatın uygulanması" kavramının anlamının bozularak, ceza hukukuna ilişkin bir kavram haline dönüşmesine yol açtı.

 

Sanki bir kaç dirhem çalan bir hırsızın elinin, milyarları çalan başka bir hırsızın eliyle kesilmesi şeriatın kendisi oldu. Veya bir evi, onu gasp eden birinden, ülkenin tamamını gasp eden biri eliyle alınıp sahibine iade edilmesi adaletin kendisi haline geldi. Ya da bir tek kişinin, milyonları boyunduruk altına alan bir yönetici eliyle hapisten çıkarılıp özgürlüğüne kavuşturulması hatırı sayılır bir işe dönüştü...

 

Şeriatın temeli adalettir. Vatandaşlar arasında kanunun üstünde veya kanunun altında olan kimseler bulundukça adalet yok demektir. Bir kanun -ister semâvî, ister dünyevî olsun- ne kadar iyi olursa olsun, (herkes için geçerli olan) genellik ve mutlaklık niteliğine sahip olmadıkça, uygulamada asla etkisi bulunmayacaktır.

 

Abraham Lincoln şöyle diyor: "Kanunun üstünde kimse yoktur; kanunun altında da kimse yoktur." Jean Jacques Rousseau ise şöyle diyor: "Siyasetteki en büyük problem şudur: Kanunu insanın üzerine koyan bir yönetim şekli icat etmek."

 

İşte Batı insanı bu düşünce ile kendisi için, kendi vatanında adaleti gerçekleştirebildi... Dünyevî kanunlarının, semâvî İslâm şeriatından eksik olmasına ve kendi topraklarının dışındaki diğer insanlarla ilişkilerinde zulme sapmalarına rağmen...

 

Arap ve İslâm dünyasında ise yönetici, yaptıklarından hesap sorulamayan kanun üstü biri olmaya, halkın büyük bir çoğunluğu adalet ve insaf bulamayan kanun altı kimseler olmaya ve ilahlık taslayan tek bir kişinin (yöneticinin) arzusu da nihâi merci olmaya devam ediyor.

 

Bu durumda, kendisi halkın tamamına zulmetmesine rağmen, onların birbirlerine zulmetmesine bir ölçüde engel olan biri en iyi yönetici oluyor. Hatta o, tebaasına zulmü dağıtmakta bile adil olmuyor. Onun durumu, eski derebeylerinin durumuna benziyor: Bir taraftan tebaasının birbirlerine zulmetmelerine engel olurken, diğer taraftan hepsini köleleştiriyor ve hepsine zulmediyor.

 

Meşruiyet önceliklerindeki bu önemli bozulma, uygulamadaki bozulmaya yol açtı. Ziya ül Hak Pakistan'ında, Numeyri Sudan'ın da ve Suud ailesi Arabistan'ın da kesilen nice eller var ki, aslında o elleri kesen yöneticilerin elleri, kesilmeye daha müstahak, o yöneticilerin suçları daha büyük ve zulüm sicilleri daha kabarıktır.

 

Suriye, Mısır, Fas, Tunus ve Moritanya hapishanelerinde zulüm görmüş ve görmeye devam eden nice kimseler vardır... Halkı, adil İslâm şeriatına boyun eğen topraklarda, insanlık onuru çiğnen nice kimseler bulunuyor...

 

Sonunda Suriye zindanlarından çıkmış olan bir mahkûmu gördüğümde gözyaşlarına boğulmuştum. O mahkûmun anne ve babası yirmi yıl önce ölmüş olmasına rağmen onun bundan haberi olmamıştı. O zaman kendi kendime şöyle demiştim: "Vallahi, birbirine böylesine vahşice muamele eden bir ümmet kurtuluşa eremez."

 

İnsanoğluna bu şekilde davranacak kadar kötü ve acımasız mı olduk? Bir mahkûma annesinin veya babasının öldüğünü haber vermek, yirmi yıl süreyle gizlenmesi gereken bir suç mudur? Birbirimize karşı bu şekilde davranırken, düşmanlarımızın, ümmetimizin mevcut halinde her taraftan açtığı gedikleri kapatacağımızı mı ümit ediyoruz?

 

Ne olursa olsun, Müslümanlar tarihsel realitelerinde, siyasî meşruiyet meselesini kaybetmişlerdir ve bugün onu, düşüncelerinde de kaybediyorlar. Bugün Müslüman aklının, önceliklerini yeniden gözden geçirip sıraya koyması ve gizli kalmış bu yönü, kültürümüzde ve değerler sistemimizde açığa çıkarması gerekir.

 

Bu konuda yazılmış çağdaş İslâmî kitapların büyük bir bölümü, orijinallikte derinliğe inmeden, anlayışta bir yenilik getirmeden ya da korkusuz ve dimdik ayakta duracak bir düşünceyle, bugünkü meydan okuyuşların karşısına çıkıp yüzleşmeden, sadece eskiden yazılmış kitapların özeti durumunda kalıyor.

 

Onun için bu kitaplarda "siyasî şer'îlik"ten (siyasi meşruiyetten) değil, "şer'î siyaset"ten bahsediliyor. Ancak ikisi arasındaki fark çok büyüktür: "Şer'î siyaset" (es-siyasetü'ş-şer'îyye) tarihsel bir kavram olup, şekillenme, yani ezici/baskıcı güç gerçeğinin ilkelerine göre şekillenme fıkhının ve ümitsizlikten sonra, iktidarın mümkün olduğunca şer'î esaslar üzerine tesis edilmesi çalışmalarının bir ürünüdür.

 

"Siyasî şer'îlik" (eş-şer'iyyetu's-siyasiyye) ise, şer'î bir kavram olup, amacı "vakıa"yı, ilkenin gerektirdiklerine göre şekillendirmektir. "Siyasî şer'îlik"in hareket noktası, ıslaha olan ümit ve onun zorunlu ve imkân dâhilinde olduğuna inanmaktır...

 

Hiç şüphe yok ki, söz konusu fikrî bozulmanın, İslâmî hareketlerin hem ortaya koydukları fıkıhta ve hem de -bir taraftan kendi özel saflarındaki, diğer taraftan da genel toplumsal çerçevedeki- siyasî uygulamalarında çok kötü etkileri olmuştur.

 

Siyasî şer'îlik meselesinin, önceliklerin önceliği haline getirilmesi, çok uzun zamandır İslâmcıların bilincinde kaybolan, önemli bir şer'î ve pratik giriş niteliğindedir. Çünkü şeriata giden yol şer'îliktir (meşruiyettir). Yani İslâm şeriatının hükümlerinin uygulanmasının yolu, ümmetin iradesine ve bireyin özgürlüğüne saygılı demokratik yönetimin kurulmasıdır. Hatta meşruiyet, hayatın en fazla anlaşmazlık çıkan, kan ve göz yaşı dökülen en önemli alanındaki uygulamanın en önemli parçasıdır. Bu alan şudur: Kim, kime hükmedecek? Ve kim, kime boyun eğecek?

 

Öyle inanıyorum ki, gelecekte İslâmcıların ısrarla üzerinde durması gereken mesele bu olacaktır: Önce şer'îlik (meşruiyet), ondan sonra şeriat. Projelerini sadece bu şekilde bir grubun veya hareketin değil, ümmetin projesi haline getirirler.

 

Şeriat hükümleri, ancak halkın çoğunluğu tarafından benimsenip sahiplenince uygulanabilir ve bütün siyasilerin, isteyerek veya istemeyerek bağlılık gösterdikleri, özgür bir ümmetin iradesinin uygulanan ifadesi haline gelir. Tıpkı günümüz Batı devletlerindeki anayasaların hükümleri gibi. Bir siyasî proje, insan özgürlüğünü ve onurunu, en önemli amacı haline getirmedikçe asla başarılı olamaz.

 

Bugün siyasî şer'îliği bina etmenin yolu olan demokrasiyi, sırf bizleri köleleştirenlerin topraklarından geldiği için küçümseyip terk etmemiz gerekmiyor.

 

Batı, iki farklı görünümün bir araya geldiği bir olgudur: Birisi "kendi içindeki Batı", diğeri ise "Bizimle olan ilişkilerindeki Batı." Kendi içindeki Batı, övgüyü hak eden bazı değerlere sahiptir. Özellikle de, Müslümanların kaybettiği ve ardından kendilerinin de kaybolduğu siyasî değerlere. Bizimle olan ilişkilerindeki Batı ise, özgürlük sloganlarını seslendirse de, sömürgecilik ve yağmalama kimliğine ve amacına sahiptir.

 

Buna karşılık bizim de Batı karşısında, iki farklılığın bir araya geldiği bir konuma sahip olmamızda garipsenecek bir durum yoktur: Direniş ve iktibas... Nefret ve hayranlık... Aksine bu durum, Batı'nın söz konusu olgusu karşısında benimsenecek mantıklı bir konumdur. Ancak iktibasın, bazı liberallerin istediği gibi, boyun eğmeye dönüşmesi de; direnişin, bazı İslâmcıların istediği gibi, tamamen içe kapanmaya dönüşmesi de doğal değildir.

 

Aslında bizim Batı'dan tam olarak almaya ihtiyaç duyduğumuz şey, Batı'nın bize bahşetmeyi istemediği özgürlüktür. Kendi vatanlarımızda, şer'îlik ve özgürce tercih temeli üzerinde yönetim binasını yeniden yapılandırmadıkça da özgürlük gelmez.

 

Son olarak, fikir karışıklığının bir sonucu olarak "şer'ilik" ile "şeriat" arasında ayrım yapılıyor. Veya bunlar birbiriyle karşılaştırılıyor ya da biri diğerinin önüne geçiriliyor. Oysa bütün Müslümanlar için şeriat, şer'îliğin kaynağıdır.

 

Bizlerden bazılarının zihninde şeriat, iyiliği, adaleti ve özgürlüğü gerçekleştiren kuşatıcı bir hayat sistemi olmak yerine, kendi bütünlüğünden kopartılmış bir cezâi müeyyideler sistemi haline gelmiştir. İşte şeriatın doğru olarak değil de, bu şekilde anlaşılmasının sebebi, günümüzdeki bu yaygın ve yanıltıcı ayrımdır. Ancak biz de, sadece (meramımızı/gerçekleri) anlatmak için, yaygın olarak kullanılan kavramlara uyarak şer'îlik ve şeriat kavramları arasında ayrım yapıyoruz.... Umarım meramımızı anlatmışızdır.

 

 

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.