Bir eserin oluşumu sürecinde yazıştığınız, umutlu ya da endişeli cümlelerini paylaştığınız sanatçının vefat haberini gazetelerde okumak tarifsiz bir boşluk duygusuna sebep oluyor. Mehmet Akif Turgut’da izlediğim sinema aşkı, hakikatin dillendirilmesine dönük sorumlulukla gürül gürül akardı, öyle hissederdim. Sinema ve televizyonda pek çok etkili eserde bir şekilde emeği, imzası var Turgut’un. Senaristimiz hayallerindeki Bosna filminin hayata geçirilmesi sürecinde ihtiyaç duyduğu desteği bulamadı kültür-sanat politikalarını belirleyen çevrelerden. Her şeye rağmen su yatağını bulur da, bu arada yaşananlara sanat adamının nahif yüreği nasıl dayanacak…
Sahici bir varlık iddiası içindeki sinemanın devlet desteğine ihtiyacı olmamalı elbet, bu günlerde sinema çevrelerinde sürdürülen tartışılmalarda öne çıkan bu kanaate katılıyorum büyük ölçüde. Öte taraftan, Türkiye gibi ülkelerde devlet desteği, sinemayı sadece imkânı bulunanlara özgü bir sanat olmaktan kurtararak kitlelere mal etmede gönüllü bir katkı sunabilirdi. Bağımsız sanatın devlet desteğini ummaması gerek, çok doğru. Ancak devlet de bu konularda “iane hatta sadaka dağıtma” pozisyonu konusunda kendine çeki düzen vermeli ve sinema gibi toplumsal etkisi, kültürel yapılanmalardaki rolü çok açık olan bir sanat alanında desteğinin bacını ummamalı, mesaisini haklı sebepleri olan bir filmi gerçekleştirmeye adamış sanatçılardan.
Sözünü ettiğim belki bir ütopya, ancak bu ütopya mesela İran sinemasında, bir sinema dalgası oluşturarak hayat buldu. Devlet yeni bir sinema, farklı bir sinema çevresi için genç sanatçılara destek verdi. Fakat bunun hesabını sormadı sinemacılardan, bir propaganda sineması talebinde bulunmadı; en azından sözünü ettiğim başlangıç yıllarına özgü ilkelerin, sinema bir varlık oluşturuncaya kadar etkili olduğu söylenebilir. (Propaganda derken, “ucuz tarafgirlik”ten söz ediyorum elbet; sahici sanat her zaman hakiki ve sağlam değerlerin propagandasını kendiliğinden üstlenir.) İran sineması muhafazakâr yönetimlerde eski bağımsızlığından büyük ölçüde uzaklaşırken bir propaganda diline kapılma zaafına uğradı. Ancak geçmiş yıllarda oluşan sinema dilinin ve yapısının oluşturduğu birikim ve tecrübe hâlâ sinema ikliminde belirleyici bir ağırlığa sahip.
Devlet desteğini, sermayenin teveccühünü bir kenara bırakıp da sivil kurumlara, cemaatlere gelelim. Bosnalı kadınların yaşadığı büyük zulmün uzak tanıkları olarak yaşadığımız utancı kısmen de olsa giderme konusunda bir çaba içinde bulunan Turgut onca tecrübeli bir sinemacı olduğu halde, projesine bir destek ararken çaldığı kapılardan geri çevrildi, yakın döneme kadar…
Sinema aşkı nedeniyle imkânsızlıklardan yılmadan projesini geliştirmeye devam ediyordu, usta senarist. Uzun, yorucu bir vedayı gerçekleştiriyormuş meğerse… Maddi desteğe, senaryosunu Funda Çetin’le birlikte yazdıkları film Türkiye dışında, Bosna’da çekileceği için ihtiyaç duyuyordu. Onun sinemasını oluşturma yolunda sürdürdüğü fedakârlıklar üzerine ancak tahminde bulunabiliriz, sinema öylesine pahalı ve riski göze almayı gerektiren bir sanat. Roman yazarı bir arkadaşım, onca yıl hazırlandığı, senaryosu için de büyük emek verdiği filmini yapımcısıyla yaşadığı problemler yüzünden büyük bir güçlükle tamamladı ve filmin gösterime girmesinden sonra da evi, ofisi dahil neyi var neyi yoksa her şeyini satmak zorunda kaldı. Bir diğer sinemacı tanıdık, Fransa’da yaşayan Mehdi Caferi, Tahran’da çektiği “Aşinadan Daha Yakın” filmi için varını yoğunu harcadı. Sinema tutkunlarının göze alması gereken benzeri fedakârlıklar hassas yürekleri zorluyor nihayet; Turgut 41 yaşında, kalp kriziyle veda etti dünyaya. Allah’tan rahmet diliyorum.
Öte taraftan sinema özel bir görme yeteneği olmadan gerçekleşemeyecek bir sanat. Turgut, Bosna savaşında Sırplar tarafından tecavüze uğrayan kadınları ve onların doğurduğu çocukları itildikleri kaygan zeminlerde gördü ve değerli bir filmle göstermek istedi. Bir savaşın kirli mirasını benliklerinde taşımaya zorlanan çocukların sayısı binlerle ölçülüyor. Bu çocukların bir kısmı anneleri tarafından çocuk yurtlarına terk edilmiş. Geçmişlerinden bihaberler, kendilerini terk eden ailelerini bulmayı umut edemezler.
“Bekle Beni” Bosna savaşının en acı, en çirkin yönlerini konu alıyor; kuşkusuz handikapları saymakla bitmez bir konu bu, filmin estetik başarısı kadar ahlâki bakış açısının da yerli yerinde tesbiti bakımından. Lakin Bekle Beni, savaş karşıtı, ırkçılık yapmaktan uzak bir film olacağına inandırıyor, senaryosuyla.
Hikâye günümüzde geçiyor. Zenica’da yetimhanede kalan 17 yaşındaki Salih’in hikâyesidir anlatılan. Salih’in annesi Nerma’yı arayıp bulması, annesi tarafından kabul edilmemesi ve tecavüz sonucu doğduğunu öğrenmesi, biyolojik babası Borislav Miliç’i bulup öldürmek için Sırp Cumhuriyeti’ndeki Prijedor kantonuna gitmesi ekseninde gelişiyor hikâye. Nerma’nın başına gelenler geri dönüşlü gösterileceği için, savaşın atmosferini de veriyor film.
“Dünya ‘insanı’nın ve ‘Müslüman’ının içini acıtmak, savaş sırasında kafasını kuma gömenlere tokat aşketmek, benzeri vahşetler yeniden yaşanmasın diye gayret göstermek gibi amaçlarla bu filmi çekmek istiyoruz” diye yazmıştı bana mesajlarından birinde, Turgut.
Bir teselli: Yakın tarihlerde Cem Akyoldaş yönetmenliğinde çekimine başlandı, Bekle Beni’nin; Turgut hiç değilse bu başlangıcı yaşadı. Bir dava sahibi olan sinema adamının çabasına zamanında katkı sunmaktan uzak duran mercilerin, bu önemli filmin Bosna ve Türkiye’de gerçekleşen çekimlerine desteklerini esirgemeyerek bir vefa örneği sergileyeceklerini ümit etmek istiyorum merhumun hatırası adına ve elbette Bosnalı kadınlara ödenmemiş borçlarımızın hanesine büyük bir katkı sağlayacağı için de...