Selahaddin Eyyübi’nin Şii Siyaseti

Şu anda Irak’ta ve bölgede yaşanan Sünnî ve Şii grupları arasındaki savaşta her iki grup da tarihteki olaylara tek taraflı ve işine geldiği gibi yaklaşıyor. Böylece bir yandan karşı tarafın haksız ve kötü olduğunu ortaya koymak, diğer taraftan da, ne aklın ne de şeriatın kabul etmeyeceği, kendi cürümlerini temize çıkarmak için tarihte yaşananlardan istediklerini seçip alıyorlar. Sonuçta her iki taraf da devam etmekte olan fitne ateşine odun taşıyıp duruyor.

 

Bazı Şiilerin gözünde Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt’e düşman düzenbaz Vahhabiler haline geldiler. Dolayısıyla, hicri birinci yüzyılda Ehl-i Beyt’e karşı verilen mücadelenin intikamının onlardan mutlaka alınması gerekiyor.

 

Bazı Sünnîlerin gözünde ise Şiiler, dışarıya karşı Müslüman göründükleri halde, kalplerinde kâfirliği gizleyen Rafızî ve Batınî kimselerdir. İslâm ümmetini içerden yıkmak için, bu ümmetin düşmanlarına hizmet eden ve bu ümmetin böğrüne saplanmış bir hançerdir.

 

Körü körüne sürdürülen böylesine kin ve nefret dolu bir ortamda, her iki taraf da İslâm tarihinin, Sünnîler ve Şiiler arasında cereyan eden bir mücadele tarihi olmadığını unutuyorlar. Yine her iki taraf -aralarındaki derin fikrî ve fıkhî ihtilaflara rağmen- ümmetin düşmanları tarafından kuşatıldığı ve durumun çok kritik bir hal arz ettiği durumlarda, birçok kez aynı siperlerde birleştiklerini unutuyorlar.

 

Aynı şekilde bu grupçu kimseler, bir Müslümanın, bazı akîdevî yönlerden veya şeriat hükümlerini tatbik noktasında, kendisinden farklı düşünen Müslüman kardeşiyle ilişkilerindeki hikmet ve rahmet esaslarını da kaybetmiş durumdalar.

 

Biz bu makalede, bu gün mücadele etmekte olan her iki tarafa, İslâm ümmetinin toplumsal hafızasında özel bir yeri olan büyük komutan Selahaddin Eyyubi örneğini hatırlatacağız.

 

Selahaddin Eyyubi, yaşamakta olduğumuza benzer bir çağda yaşamış bir komutandır. Onun yaşadığı dönemde de Müslümanların birliği parçalanmış ve ümmet köpek sürüleri gibi üzerine üşüşen düşmanları tarafından yağmalanmıştır. Ancak o, bir taraftan cesaret ve aklı, diğer taraftan da hikmet ve rahmeti, şaşırtıcı bir şekilde birleştirerek, Kudüs’ü haçlıların elinden geri almayı ve Mısır’ı onların şerrinden kurtarmayı başarmıştır. Böylece tefrika ve zilletin revaçta olup, birlik ve zaferin mumla arandığı bir dönemde ümmetin birlik ve bütünlüğünü sağlamıştır.

 

Bütün bunları, ince ve derin anlayışıyla, öncelik vereceği meseleleri kavraması ve yine enerjisini söz savaşlarında ve yan mücadelelerde tüketmesine neden olacak şartları iyi tespit etmesi sayesinde başarmıştır.

 

Bu makalede ele alacağımız tarihi örneklik, Selahaddin Eyyubi’nin, Mısır’daki Şii-Fatımî devletinin yöneticilerine karşı benimsediği ilişki biçimidir. Fatımî devletinin yöneticileri, Bağdat’taki genel hilafetin yanı sıra, kendilerinin de halife olduklarını ilan etmişler ve İslâm tarihinde hiç bir Müslüman taifenin yapmadığı bir şekilde, akidevî ve fıkhî mezheplerinde, ümmetin cumhuruna karşı çıkmışlardır. Mısır’daki Sünnileri öylesine bir baskı altına alıp sıkıştırmışlardır ki, Sahih-i Buhari’nin okunmasını bile suç kabul etmişlerdir.

 

Bütün bunlarla birlikte, Selahaddin Eyyubi Fatımî devletiyle olan ilişkilerini, mezhebî bir bakış açısına göre değil, mantık esası üzerine geliştirmiş ve ümmetin yaşamakta olduğu konjonktürel şartların derin idraki üzerine kurmuştu. Çünkü ümmet bir taraftan kuzeyden gelen haçlı tehlikesinin, diğer taraftan da doğudan gelen Moğol saldırılarının kıskacında sıkışıp kalmıştı.

 

Hikmet, Rahmet ve Vefa Metodu

 

Burada dikkati çeken ilk husus, Mısır’daki Şii-Fatımî halifesinin, Şam’ın (bugünkü Ürdün, Filistin, Suriye) Sünnî hükümdarı Nureddin Zengi’den yardım istemesidir. Selahaddin Eyyubi’ye Mısır’ın kapılarını açan odur. Selahaddin, Fatımî devletinde vezir olarak görev yapmış ve iki grup arasındaki mezhebî ihtilafları dikkate almaksızın, o devletin bayrağı altında yıllarca haçlılara karşı savaşmıştır.

 

Aynı şekilde dikkati çeken bir diğer husus da, güç dengesi Selahaddin lehine bozulup, önce kudretli bir askerî komutan ve nihayet -Fatimî halifesi Adıd’ın ölümüyle- Mısır ve Şam hükümdarı olduktan sonra, Fatımî yöneticileriyle ilişkilerinde sergilediği hikmet, rahmet ve vefa üslubudur.

 

Selahaddin Eyyubi’nin özel katibi ve onun hayatını yazan İbn-i Şeddat, “en-Nevadir es-Sultaniyye ve’l-Mehâsin el-Yusufiyye” isimli kitabında (sh. 280-281), yine Ebu Şâmme “Kitabu’r-Ravdateyn fî Tarihi’d-Devleteyn” isimli kitabında (sh. 362-363), Selahaddin’in hikmetini ve İslâm’ın temelleri yıkılmadan, yıkılmayacak olan İslâm kardeşliği ile ilgili bakış açısını ve anlayışını yansıtan bazı olayları naklediyorlar.

 

İbn-i Şeddat’ın naklettiği olaylardan biri şu: Nureddin Zengi, Şam’dan Selahaddin Eyyubi’ye bir elçi göndererek, minberlerden Abbasi halifelerine dua edilmesini emreder. Abbasi halifelerine dua edilmesi, sembolik olarak onlara biat edilmesi ve onların rakipleri durumundaki Fatımîlerden kurtulup ayrılmak anlamına geliyordu. Ancak Selahaddin fitne çıkmasından korkarak, bu emri onunla yeniden istişare edip gözden geçirmiştir.

 

Ebu Şâmme şu sözlerle meseleyi daha da açıklığa kavuşturuyor: “Selahaddin, Mısır halkının Fatımîlere olan meylinden dolayı, bu durumu kabullenmeyeceklerinden ve karşı çıkacaklarından korkarak, özür beyan ederek bu emri yerine getiremeyeceğini söyledi.”

 

Çünkü Selahaddin ümmetin birlik ve bütünlüğünün, yumuşaklık ve şefkatle sağlanması konusuna çok önem veriyordu. Zaman içinde oluşmuş toplumsal ve kültürel gerçekleri dikkate almadan veya aceleci davranarak işi oldubittiye getirmeye çalışmıyordu.

 

Nureddin Zengi, verdiği emrin yerine getirilmesi için ısrar edince, Selahaddin, Fatımî halifesi Adıd, namazlara gelemeyecek derecede hastalanıncaya kadar bekledi. Böylece genel durum uygun hale geldikten sonra bu emri uygulamaya başladı. Eğer Selahaddin bu emri, Fatımî halifesinin sağlıklı ve güçlü olduğu bir zamanda uygulasaydı, Mısır’daki Müslümanlar arasında iç savaşa kapı açılmış olurdu.

 

Sonra Fatımî halifesi Adıd, bu uygulamadan çok kısa bir süre sonra ölünce, Selahaddin hutbeyi değiştirmede acele edişinden ve bu konu üzerinde yeterince düşünmeyişinden dolayı pişman oldu. Ebu Şâmme şöyle diyor: “Selahaddin’in pişmanlığı, bana ulaşan haberlere göre, Adıd hasta iken hutbeyi değiştirmede acele edişi yüzündendi. Şöyle demişti: Eğer bu hastalıktan dolayı öleceğini bilseydim, o ölene kadar hutbeyi değiştirmezdim.”

 

Adıd ölmeden önce, çocuklarını emanet etmek ve onlara iyi davranılıp saygı gösterilmesini vasiyet etmek için, -mezhepleri arasındaki farkın büyüklüğüne rağmen- Selahaddin’den daha şefkatli ve güvenilir birini bulamadı.

 

Ebu Şâmme, Adıd’ın oğlu Ebu’l-Futuh’un, kendisine şöyle dediğini zikrediyor: “Babam hastalığında Selahaddin’i çağırdı ve o da geldi. Bizi de, yani çocuklarını da, çağırdı. Biz küçük bir topluluktuk. Sonra babam Selahaddin’e bizi vasiyet etti (yani bize saygı gösterilmesini ve iyi davranılmasını vasiyet etti). Allah rahmet etsin, o da bize hep saygı gösterip hürmet etti.”

 

İbn-i Şeddat’ın rivayet ettiği gibi, Adıd’ın bu vasiyetinden dolayı, Selahaddin’in onun ailesini saraya nakletti ve onları koruyacak kimseler görevlendirdi.”

 

Ebu Şâmme de, Selahaddin’in, Fatımî halifesinin ailesine güzel muamele de bulunduğunu tekit ederek şöyle diyor: “Selahaddin, Adıd’ın ailesini müstakil bir yere nakletti ve onları koruyacak kimseler tayin etti. Yine Adıd’ın amcalarını ve onların çocuklarını da sarayda özel bölümlere yerleştirdi ve onların korumasını üstlenecek kimseler görevlendirdi.”

 

Ebu Şâmme, Adıd’ın oğlu Ebu’l-Futuh’tan şunları naklediyor: “Selahaddin bizi Kahire’deki Bircivân mıntıkasındaki Bircivân sarayına yerleştirdi. Bircivân çok büyük ve geniş bir saraydı ve orada çok güzel bir yaşantıya sahiptik.” İşte mezhebî ve grupsal ihtilafları aşan insanî duygular ve vefa böyle olmalıdır.

 

İbn-i Şeddat’ın dediği gibi, Fatımî halifesi öldüğünde, Selahaddin, bu mezhebî düşmanının gidişinden dolayı sevinç ve mutluluk duymamış, aksine hüzne boğulup ağlamış, cenaze ve defin işlerini en güzel şekilde yerine getirmiştir.

 

Selahaddin, Adıd’ın, kendisini Mısır’a vezir tayin edişini, kendisine duyduğu sağlam güveni ve haçlılara karşı Mısır’ı savunma sancağını kendisine tevdi edişini unutmamıştır.

 

Savaş Meydanı Değil, Fikir Meydanı

 

Selahaddin, Sünnî oluşuyla son derece mutmain olan bir Sünnîydi. Hatta diğer Sünnî mezheplere karşı da, Şafii mezhebine bağlıydı ve onu tutuyordu. Ancak bununla birlikte ümmetin birlik ve bütünlüğüne de iman etmişti ve -zayıflığına rağmen- İslâm birliğinin sembolü olan Bağdat’taki Abbasi hilafetiyle irtibatlı olmaya son derece düşkündü.

 

Mısır’da hüküm süren Fatımîler, mezhepleri olan Şiilik konusunda mutaassıp oldukları gibi, Bağdat’taki hilafet yönetimine karşı da şiddetli bir rekabet içindeydiler. Oysa ümmet, tam da bu sırada, bir taraftan doğudan gelen Tatar saldırılarına, diğer taraftan da kuzeyden ve batıdan gelen haçlı saldırılarına karşı yardımlaşma ve dayanışmaya şiddetle ihtiyaç duyulan bir dönemden geçiyordu.

 

İşte Selahaddin, tek bir milletin (dinin) mensupları arasındaki ihtilafın çözümünün, savaş meydanında değil, fikir meydanında olması gerektiğini idrak etmişti. Bu ihtilaf zaman içinde ne kadar büyümüş ve katmerleşmiş olursa olsun, yine ne kadar füru olmaktan çıkıp kökleşmiş olursa olsun, sonuçta tek bir evin içindeki ihtilaf olmaya devam ediyor. Dolayısıyla bu ihtilafı, deliller üzerine kurulu diyalogdan başka bir yolla ele almak uygun olmaz.

 

Bu hikmetli ve şefkatli bakış açısıyla Selahaddin, Müslüman toplumu, Sünnîler ile Şiiler arasındaki bir mezhep savaşına sürüklemeden, Mısır’ın çehresini değiştirmiş ve onu Şiilik düşüncesinin hâkim olduğu bir devlet olmaktan çıkarıp, Sünnî düşüncenin hâkim olduğu bir devlete dönüştürmüştür. Selahaddin, herhangi bir (fiili) karşılaşma ve kargaşalığa yol açmadan, sükûnet ve yumuşaklıkla, mevcut fikrî ve fıkhî ortamı değiştirme metodunu kullanmıştır. Bu amaçla, Mısır’da, Şam’da ve Filistin’de, Sünnî düşünceye ve fıkha sahip pek çok medrese kurmuştur. Mısır’daki Nasıriye medresesi, Kamhiye medresesi ve Seyfiye medresesi, Dımaşk’taki Salahiye medresesi ve yine Kudüs’teki Salahiye medresesi bunlardan bazılarıdır.

 

Selahaddin o dönemde, Fatimî devletinin göz bebeği, ideolojik merkezi ve en önemli bilimsel üretim merkezi durumundaki el-Ezher üniversitesini yıkma veya yönetimini Fatımîlerin ve onların fakihlerinin elinden çekip olma yoluna gitmedi; aksine bu büyük müessese ile ilişkilerinde kuşatıcı ve hikmetli bir strateji izledi.

 

Selahaddin cuma hutbesini -ki bu hutbe o dönemde yöneticinin hâkimiyetinin sembolü ve meşruiyetinin tekidi durumundaydı- el-Ezher üniversitesinden, yine Kahire’deki Hâkimî üniversitesine nakletmiştir. Böylece Fatımî düşüncenin egemen olduğu müesseseyi arka plana yerleştirmiş ve eski düzenle irtibatlı dinî güçlerle açık bir karşılaşma içine girmeden, hikmetli bir yaklaşımla o müesseseyi kuşatmıştır.

 

Mezhebi Değil, Eylemi Sorgulamak

 

Fatimî yönetimini geri getirmek amacıyla, bazıları haçlılarla da bağlantıya geçerek, Selahaddin’e karşı ayaklanıp onu öldürmeye çalıştıklarında, Selahaddin akıllı ve ihtiyatlı bir tavır sergileyerek, bu kişilere, fikirlerini (mezheplerini) değil, eylemlerini esas alarak muamele etmiştir. Çünkü Selahaddin’e karşı ayaklananlar arasında -bugün o döneme katıksız bir mezhep penceresinden bakanların söylediklerinin aksine- Sünnîliğinde mutaassıp olan Sünnîler de, Şiiliğinde mutaassıp olan Şiiler de vardı.

 

İbn-i Imâd el-Hanbelî “Şezerâtü’z-Zeheb” isimli eserinde, Fatımî yönetimini geri getirmek için Selahaddin’e karşı ayaklananlar arasında fakih Ummâre bin Ali el-Muzhacî’nin de bulunduğunu rivayet ediyor. İbn-i Imâd, bu şahıs için şöyle diyor: “Şiddetli bir Sünnî mutaassıp ve mahir bir edipti. Fatımîler devletinde, Selahaddîn hükümdar oluncaya kadar, iyi bir duruma sahipti. Selahaddin hükümdar olunca (şiirlerinde) onu da methetti. Sonra, Fatımî devletinin yeniden kurulması için, Fatımî mutaassıbı olan liderlerle ittifaka girdi. Ancak durumları -ki sekiz kişilerdi- Selahaddin’e haber verildi ve o da onları Ramazanda idam etti.” (İbn-i Imâd: Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâr min Zeheb, 6/387).

 

Fatımî devletinin yeniden kurulmasını hedefleyen başka ayaklanmalar da oldu. Selahaddin akıl ve güçle bunların karşısına çıkıyordu; ancak insanları mezheplerinden dolayı değil, eylemlerinden dolayı hesaba çekiyordu. O, Şiileri Şii oldukları veya Sünnîleri Sünnî oldukları için idam etmiyordu; aksine ümmeti korumaktan aciz, ümmetin birlik ve bütünlüğünü parçalayan fasit bir yönetimi yeniden kurmak için çevirdikleri entrikalardan ve isyanlardan dolayı öldürüyordu.

 

Bu şekilde entrika çevirenlerin içinde, fırsat kollayan haçlılarla bağlantı kuracak kadar vicdansız olan Sünnîler de, Şiiler de vardı. Selahaddin fikre fikirle, fıkha fıkıhla karşılık verdiği gibi, kılıca da kılıçla karşılık veriyordu. Adalet ve hikmet de işte budur.

  

Günümüz ve Gelecek İçin Dersler

 

Selahaddin Eyyubi’nin, Mısır’daki Fatımî yöneticilerine ve Şii-Fatımî düşüncesine karşı sergilediği tutum, günümüz Sünnîleri ve Şiileri için büyük dersler taşıyor. Bu derslerin en önemlilerini şu şekilde özetleyebiliriz:

 

Birincisi: Selahaddin, selim (bozulmamış) fıtratıyla, tek milletin (dinin) mensupları arasındaki dostluğun ve kardeşliğin, -ne kadar büyük olursa olsun- mezhebî ve grupsal ihtilaflardan dolayı kopmayacağını idrak etmişti. O, Sünnîler ve Şiiler arasında ayrım yapmaksızın, Fatımîler devletinde vezir olarak görev yaptı ve onların bayrağı altında haçlılara karşı savaştı. Çünkü onun projesi, bütün ümmetin kurtarılmasıydı ve bu, Şiilik için çalışmaktan da, Sünnîlik için çalışmaktan da daha büyük bir projedir.

 

İkincisi: Selahaddin, Fatımî muhalifleriyle olan ilişkilerinde hikmet ve rahmet metodunu benimsemiştir. Çünkü o, hikmetsiz ve rahmetsiz bir İslâm’ın, içeriği olmayan bir isimden ibaret kalacağını idrak etmiştir. Bu yüzden, hasta olan Fatımî halifesine acıyıp üzülmüş, öldüğünde hüzne boğulmuş ve onun, çocuklarına iyi davranılması, onların korunup gözetilmesi şeklindeki vasiyetini de yerine getirmiştir.

 

Üçüncüsü: Selahaddin muhalif fikirlere, fikirle karşılık vermiş, askerî entrikalara ise kılıçla karşılık vermiştir. Çünkü fikrin karşına fikrin gücüyle, suçun karşısına ise kanunun gücüyle çıkılması gerektiğini idrak etmiştir. İslâm’a aykırı bir fikri benimsediği için bir cana kıymak adalet değildir. Hatta toptan veya ayrıntılarında İslâm’ı reddettiği için de bir cana kıymak adalet değildir.

 

Dördüncüsü: Selahaddin gerçekleştirmek istediği fikrî değişim için, yumuşaklık ve tedricilik metodunu esas almıştır. Çünkü bazı bidatları benimsemiş Müslüman muhaliflerin bu durumlarını reddetmede, şefkat ve yumuşaklıktan uzak bir şekilde sertliğin esas alınması, yarayı daha derinleştirir, ayrılığı daha büyütür ve arzulanan düzeltmeyi de asla gerçekleştiremez.

 

Beşincisi: Selahaddin tartışma değil, eylem adamıydı. İhtilaflı konular içinde boğulmanın ve uzun süre bu konular içinde kalmanın, kişinin enerjisini tüketip bitireceğini idrak etmişti. O, enerji ve gayretini, ihtilaflı konularda ve teorik tartışmalarda tüketmeden, gerek fikir meydanında, gerekse savaş meydanında, olumlu çalışmalar için kullanmış ve içinde bulunduğu zor durumdan ümmeti kurtarmak için çalışmıştır.

 

İşte bu hikmetli bakış açısı ve asil ruhla, Selahaddin Eyyubi, ismini ölümsüzlerin defterine yazdırmıştır... Ümmetinin evlatlarına karşı şefkatli ve onlara çok düşkün bir komutan olarak... O, ümmetinin evlatlarının fıkhını ve fikrini düzeltmek için çalışmış, onların canları için kendi canını ortaya sürmüştür. Cüz’i ihtilaflar, onun bütünsel meseleleri görmesine engel olamamış ve -tıpkı günümüzde yaşamakta olduğu durum gibi-  ümmetin kendi döneminde yaşamakta olduğu durumun kritikliğini kavrayabilmiştir.

 

 

 

Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.