Şehr-i Frenk Sineması, yeni bir adla...

 

      Tahran'ın 70'li yıllarda Şehr-i Frenk adıyla tanınan en büyük sineması yıllar sonra, "Azadi Sineması" adıyla yeniden gösterime açıldı.

      Şehrin merkezinde, Vel-i Asr caddesi yakınlarında, Abbas Abad bölgesinde  bulunan bu sinema, devrimden bir yıl kadar önce yakılan sinemalardan biriydi. 70'li yıllarda Türkiye sinemasını olduğu gibi İran sinemasını da etki altına alan porno film salgını nedeniyle, devrime katılan kimi dindarlarda sinema salonlarına yönelik bir öfke mevcuttu. Bu öfkenin bir sonucu devrim sırasında, sinema salonu yangınları olarak kendini göstermiştir. Bu yangınlardan bazıları Abadan sinemasında olduğu gibi büyük can kaybına yol açtığı için, sonraları devrime katılmış dindar aydınlar tarafından bir özeleştiriyle yeniden değerlendirildiler. (Sözgelimi, bir ay kadar önce Ordibeheşt Yayınevi'nde katıldığım bir şiir toplantısında, yayınevinin yöneticisi ve şair Seyyid Ziyaeddin Şefii'nin, dindar edebiyatçıların ve sanatçıların devrim sırasında çıkan bu yangınlarda hiç bir rolünün olmadığına dair vurgusu, bu özeleştirinin sürmekte olduğunun bir göstergesi sayılabilir.)

      Şehr-i Frenk sineması 70'li yıllarda genellikle entelektüel filmlerin gösterildiği bir sinema olarak tanınıyor olsa da, çıkarılan yangınlardan nasibini almış ve büyük bir hasar görmediği halde çalışmalarına ara vermiştir. Dindar ulemanın sinemaya ve televizyona mesafeli durduğu yıllardır bunlar. Ancak devrimin ardından, sürgünde bulunduğu Paris'ten döner dönmez yaptığı ilk konuşmada, Ayetullah Humeyni'nin sinemaya bakışının meslektaşlarından bir hayli farklı olduğu anlaşılacaktır.

       Ayetullah Humeyni'nin devrimden önce de bu konuda uzun uzun düşündüğü anlaşılıyor. Sinemanın iptaliyle ortaya çıkacak boşluğun kolaylıkla dolamayacağının farkındaydı Humeyni ve konuşmalarından sinemayı çok etkili bir kendini ifade aracı olarak önemsediği de anlaşılıyordu. İran'a döner dönmez yaptığı ilk konuşmada sinema ve televizyonunun fesada yol açmayacak şekilde faaliyetlerini sürdürmeleri gerektiğini bildirmiş, televizyonda kadın oyuncuların ve spikerlerin bulunmasına itiraz eden meslektaşlarını ise, "taş kafalı" olarak nitelendirmişti. Onun onayı din adamlarının ve dindar kitlelerin sinemaya farklı bir gözle bakmasını sağladı.

      Devrimden sonra Şehr-i Frenk sineması  Mustazaflar (zayıf düşürülmüş kitleler) Kurumu tarafından işletilmeye başlandı. 1996'ya kadar gişe rekoru kıran filmlerin, melodramların gösterime sokulduğu bir sinema olarak tanındı. 1996'da çıkan büyük bir yangının ardından tamamen  kullanılmaz hale geldi. Bina bütünüyle çökmüş, harabeye dönmüştü. Önemli bir cadde üzerindeki bu harabe, yerinde  bir sinema kompleksi yapma tasarısı nedeniyle olduğu haliyle beklemeye terkedildi. Bu süre içinde sayısız mimari proje yarışması açıldı, yerine yapılacak yapı için, fakat bürokratik engeller nedeniyle bu projeler bir türlü hayata geçirilemedi.   

      İran  "din"liğini vurgulayan bir rejime sahip ve Batı ülkeleri, özellikle de Amerika ile arasında bu nedenle bir kutuplaşma var. Fakat bu kutuplaşma İran'ın pek çok İslam ülkesine göre özellikle teknolojik gelişmeleri izleme konusunda daha modern bir ülke ve İran toplumunun da modernleşmeye daha açık bir toplum olmasını engellemiyor. İran sineması bu bağlamda İran kültürünü ve devrimini anlamak açısından çok elverişli bir alandır.  İran devrimi 'kaset devrimi' olarak da adlandırılıyordu. Devrim sırasında Ayetullah Humeyni'nin kasetleri elden ele dolaşıyordu. Dindarlar gerek fotoğraf gerekse film makinelerini rahatlıkla kullanıyorlardı.  

      Bu konu irdelenirken, devrimden önce de dini açıdan sinema üzerine kuramsal çalışmalar yapan Ayetullah Beheşti, Ali Şeriati gibi  entelektüellerin katkısını unutmamak gerekiyor. Bu kişilerin kuramları etrafında genişleyen kadrolar devrimden sonraki sinemanın oluşumunda bir hayli etkili oldular. Neticede zaman ve mekandaki değişmelere, ortamın temizlendiği inancına bağlı olarak, Devrim'den sonra sinema meşruiyet kazandı ve geliştirilmesi dini bir sorumluluk gibi görüldü.  Sinema İran'da, müslümanların modernizmle karşılaşmalarında gündemlerine gelmeleri muhtemel sanat, estetik, teknoloji, batı teknolojisi, kamusal alan, çoğulculuk, çok renklilik, düşünce özgürlüğü, 'ötekilik', kadının kamusal alandaki varlığı, kamusal alanda kadın erkek ilişkilerinin muaşereti gibi çeşitli soruların tartışıldığı bir alan oldu. 

      İran sineması, 1983 yılından itibaren en az on yıl süren bir yeniden yapılanma sürecinin ardından bütün dünyada kabul görmesine neden olan başarılı eserler verdi. Savaş yılları şartları altında dışa kapalı bir politika izleyen İran, özellikle sineması kanalıyla dünyaya açılmaya başladı. Bu başarıda sinemanın ayt yapısının hazırlandığı dönemin siyasal ve kültürel sorumluları olan Mir Hüseyin Musavi ile Seyyid Muhammed Hatemi'nin katkılarının altını çizmek gerekiyor. 

      Bu sinemanın özellikleri başlangıçtan itibaren estetik, fedakarlık, mükemmelleşme ve hakikat arayışı olarak ifade edilmiştir. Filmlerde işlenen konular genellikle sade, tanıdık gelen, gündelik hayattan seçilme konulardır. Filmlerin büyük kısmı çoğu zaman bir kahraman üzerine kurulmaz. İran sineması ayrıca, 'ilişki içinde bir sinema' olarak tanımlanıyor. İnsanın insanla, kendisiyle ve tabiatla ilişki kurma isteğini yansıtan bu filmler merhamet, güzellik, doğruluk, vefa, sadakat, iman ve dostluk gibi kaybolan değerleri sade bir dille işleyerek seyirciyle ilişki kurmayı başarıyor. Bu ilişki kurma başarısının İran sınırlarını aşması, sinema sanatı açısından çok önemli bir olgudur.   

      İran sineması, bir star sineması olmama iddiasındadır, fakat bu sinemanın starları, yönetmenleri olmuşlardır.  Devletin verdiği destek olmasaydı, Mahmelbaf, Mecidi, Gabadi, Penahi, Milani, Mirkerimi, Tebrizi, Hatemikiya, Ahmet Rıza Derviş  ve Beni-İtimat gibi pek çok yönetmen, bu günkü sinema üsluplarını geliştirme imkanına sahip olamayabilirlerdi. Bununla birlikte İranlı sinemacılar geçen yıllar içinde İran'da bir sinema sanayisinin oluşamadığı konusundaki eleştirilerini sürdürmeye devam ettiler. Devlet desteğindeki sinema, ekonomik açıdan kendine yeterli bir kurum olmayı başaramamıştır. Bu da yönetmenlerin bir kısmını, yeni İran sinemasının kuruluşu sırasında nitelikli bir sinemanın oluşumuyla zaman içinde yok olup gideceği var sayılmış olan  piyasa filmlerine yönlendiren bir etkendir.

      Yönetmen ve yapımcıları sinema politikaları konusunda  rahatsız eden bir diğer konu sansürdür. Sinemayla ilgili bir denetleme kurumu, senaryosu onaylanmış olsa bile bir filmin tamamlanmasının ardından kimi sahnelerinin iptal edilmesini talep edebilir. Bir filmin hangi sahnelerinin sansüre tabi olacağı konusunda ise yönetmenler hiç bir zaman güven duyamazlar eserleri konusunda. Mesela Daryuş Mehrcuyi'nin Santurcu Ali (2008) isimli filmi, çekiminin ardından kimi sahnelerinin sansüre uğraması nedeniyle yönetmeninin gösterime sokmaktan kaçındığı filmlerin yeni bir örneğidir.

       İranlı sinemacıları filmlerinin gösterimi sürecinde sıkıntıya sokan sorunlardan bir diğeri, sinema salonlarının yetersizliğidir. Seyirci potansiyelini gözetme konusunda yetersiz sinema salonları, gişe sıkıntısını artıran bir etken olarak görülür.

      Bu nedenle de Şehr-i Frenk sinemasının "Azadi Sineması" adıyla  yeniden gösterime açılmasını sinemaseverler büyük bir memnuniyetle karşıladılar. İçinde sinema salonları yanı sıra lokanta ve çayevlerinin de bulunduğu kompleks, belediye başkanı Galibaf'ın özel ilgisiyle birbuçuk yıl içinde tamamlanarak, geçen Şubat ayı başlarında, Fecr Film Festivali sırasında kullanıma açıldı. Kompleks içinde yer alan 600 kişilik bir salonla, içlerinden birinin sembolik olarak 'Şehr-i Frenk' olarak adlandırıldığı 200'er kişilik dört salonun ilk seyircileri, festivalde yarışacak filmleri izleyen jüri üyeleri oldular.

      Geçtiğimiz günlerde Azadi sinemasının küçük salonlarından birinde, bu yıl Fecr Film Festivali'nde 'En İyi Yerli Film' ödülünü kazanan Rıza Mirkerimi'nin 'Bu Kadar Sade İşte' isimli filmini izleme fırsatını buldum. Haftaya bu köşede kısmet olursa bu film üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacağım.