Gönlüm bir yandan Gabar pususu ve Dağlıca baskınının yarattığı intizarla burgulanıyor; bir yandan 'Olası bir savaş Kürtçülük davası gütmeyen bizim gibi Kürtlerin de Kürt milliyetçiliğine savrulmasına neden olur.
Biz kardeşiz, bunu dikkate alın' diyen okurların sesleriyle yankılanıyor.
Yine yeniden, iki film birden gösterimde, içimin perdelerinde. Kürt sorunu yoktur terör vardır diyen ve Kürt meselesini Mars'tan ışınlanmış bir 'ihanet' kurgusuyla özetleyiveren resmi tezi de dinliyorum; hezimete uğrayan bir halkın bazen şiddete de başvurabileceğini zımnen kabul eden, farkında olarak ya da olmayarak, Kürt milliyetçiliğinin aşırı taleplerine meşruiyet temin eden söylemi de.
'Devlet' denilen ve kritik dönemlerde silahlı kuvvetlerle aynı çizgide hareket eden devasa yapının, değil böyle kalbinden vurulmalara, ensesine yapıştırılan 'naaber ortak' türü şaplaklara bile sıkı Osmanlı tokadıyla mukabele etme eğiliminde olduğunu, varlığının böyle tasarlandığını biliyorum. Mesele devleti bir işin içine çekmek olduğunda en elverişli araç da 'haysiyet' oluyor. İntikam hırsı da, söz konusu kaostan elde edilebilecek nimetlerin hesabı da, 'haysiyet' kılığına girebiliyor. Yerine göre, hem haslet hem zaaf olan şey ise bizim gibi, 'alttan almaktan' yılmış toplumlarda savaşın, bizzat 'millet' tarafından' istenebiliyor olması. 'Haysiyetimiz adına, gidelim ve onlara günlerini gösterelim'.
Oysa kabaca bir hesapla, 25 yıldır günlerini gösteriyoruz 'onların'. 24 kere yapmışız şu 'sınır ötesi harekât' adı verilen ve bir devri kapatıp diğerini açacağı süsü verilen şeyi. Şimdi bir kurtuluş düğmesi gibi gösterilen, basacağız ve hooop hayat değişecek gibi yapılan 'sınır ötesi harekât' başarı getirmemiş; o halde burada kastedilen kapsamlı, büyük bir savaş, buna hiç kuşku yok.
'Yıllardır ne yapıldı o zaman?' sorusunu soramayan, sorduğu zaman fişlenen ve sevgili ordusunu sadece en güvenilir kurumlar listesinde taltiflemeye ayarlı insanlar olarak; 'sınır ötesi harekât' parolası altında yürütülecek olan şeyin Gabar'ı ve Dağlıca'yı ona, yüze katlayacak acılar olduğu gerçeğine, hazır mıyız? Hesap soramadığımız gerçeğini 'elde bir' kabul edelim ve bir simülasyon yapalım: Naaşlar onar yüzer ve 'onlar şehittir' denilecek. Ve bilirsiniz, bir kere 'şehittirler...' denilince, 'neden öldüler, ölmeyebilirler miydi, oğlum eline oyuncak silah bile almamıştı, neden en sıcak bölgede en önde yer aldı?' diye soramayacağız. Çünkü şehit olduklarını sorgulamak bile istemeyeceğiz, genç genç öldüler, hiç değilse cennete gitmiş olsunlar isteyeceğiz.
Haysiyet, uğruna savaşılması gereken bir şey, doğru. Fakat haysiyet peşinde tutkuyla koşarken, onu sollayıp arkada bırakma riski var. Haysiyetimizi kurtarmak için savaşacak isek, öncelikle onu rencide edenin kim olduğunu doğru tespit edebilmemiz gerekiyor. Sahi düşman kim? Hâlâ bilmiyoruz. Şehit kime denir, bilmediğimiz gibi.
Gelinen noktada yapacağımız, 11 Eylül'ü -ki ne denli trajik bir hadise olduğu malum- bahane ederek elinde nükleer silah olduğunu ispat edemediği Irak'ın tepesine binen ABD'nin yaptığının benzeri mi olacak, diye sormak, lüks müdür? Bırakın başarısız olmayı, tarihe böyle geçmek ister miyiz, istemez miyiz, bunu iyice tartmamız lazım.
Kimi, Jirki adı verilen ve zamanında devlet tarafından silahlandırılmış bir aşiretten bahsediyor ve operasyon başlatmamıza neden olan hadisenin sorumlusunun PKK değil, Jirki aşireti olduğunu söylüyor. Kimi PKK artı Talabani artı Barzani'den mürekkep yeni-PKK'ya karşı savaşacağımızı, kimi de çok değil daha 10 Eylül'de Türkiye'ye sıcak mesajlar veren Talabani ile Barzani'nin PKK tarafından Türkiye karşıtı bir zemine çekilmek istendiğini yazıyor. Düşmanın bizzat ABD olduğu da tahminler arasında; gelin görün ki ABD ile savaşmak için bile Washington ile görüşüyor ve Condoleezza Rice'ın verdiği sürelere bağlı kalıyorsak, bu savaşta kimi vuracağımız cidden kuşkulu demektir.
Ünlü atasözünden esinlenerek: Haysiyet peşinde Kuzey Irak'a giderken, evdeki kardeşten olmayalım lütfen.
Kaynak: Zaman