'Şeb-i Yeldâ', 1914


  
Şeb-i Yeldâ. Yılın en uzun ve karanlık gecesi. Ama 22 Aralık 1914'te başlayıp da on beş günlük takvimin yekparesi gibi uzanan öyle uzun ve karanlık bir geceyi, feleğin çarkı dönmeye başlayalı beri hiçbir dağ görmedi. Bu dağ ben olalı böyle rûzigâr görmedi.

Çok yorgundular. Günlerden beri sonbahar yaprakları gibi bir bir dökülüyordular. Ama asıl fırtına onları bende bekliyordu. Dağdım ben. Her dağ gibi aşılmam şarttı. Beni aşamayanı yarı yolda komam dağ olmanın şanındandı. Üstelik sıradağdım ben doruğum bir değil çoktu. Bir uçurumu aşanı ikincisi bekliyordu.

Kar yağıyordu, tipiye dönüyordu. Gökten yağan yetmiyor kar bir de yerden tozuyordu. Kar dursa; zirve rüzgârı yıldız ayazı. Kurtuluşu yoktu. Öyle kısaydı ki gün; sabahla öğle ikindiyle akşam arasında vakit yoktu. Bir tek gece bitmiyordu. Gecenin en karanlık vaktinde yalan, sabah bir türlü yakın gelmiyordu.

Ukbayla dünya arasında düşe kalka bata çıka, yürümek değildi bu. İncecik bacakları incecik bedenlerini taşımıyordu. Haritalarına aldanmış kumandanların; piyano-rapsodilerle harelenmiş, kendilerine ait olmayan hayallerin talimiyle düşmüştüler yollarıma. Oysa dağdım ben, yolum yordamım yoktu. Aldığımı geri vermem hiç yoktu.

Bana geldiklerinde çoktan gitmişlerdi bile. Çoğunun damarlarında tifüs geziniyordu. Günlerdir boğazlarından bir şey geçmemişti. Taam listesini düşününce: Kahvaltı: Yok. Öğle: Yok. Akşam: Şekersiz üzüm hoşafı. Ekmek: Tam! Yerin dibine geçtim. Hele giysileri! Lâl kesildim. Kaputları yoktu, postalları yoktu. Asker olduklarını anlamak mümkün değildi birçoğunun. Sanki bir kısmı gündelik kıyafetle tarladan geliyordu. İçlerinden bir kısmı güneş çocuğu, kar'ı da tipiyi de ilk kez görüyordu.

Bir İsrafil sûru savruldu ki üzerimde o gece. İsyan, çığlık, cinnet, tekbir, tevhid. Kurşun sesi yok, düşman da az ilerde donuyordu. Herkes canının pazarında kendiyle alışveriş ediyordu. Bendim isyanlarının, korkularının, kurdu kuşu susturan çığlıklarının sebebi. Vadimde ormanımda boğuştular sehere kadar. Benimle savaştılar. Lâkin dağdım ben. Benim yenilmem yoktu. Onlardan geriye bir isim benden geriye bir zalim sıfatı kaldı. Allah şahit benim bu işte bir suçum yoktu.

Yoktu, onların hiçbir şeyleri yoktu. Bu cinnet gecesine karşı koyacak varsa varsa bir cesaretleri vardı. Bunca yitikten sonra geriye ne kalırsa o kadarlardı. Önce ellerinden, ayaklarından donmaya başladılar. Kimi en yakın arkadaşının kimi hiç tanımadığının sırtına abanarak toprağa uzandılar. Kimi olduğu yere diz üstü düştü, sonra boylu boyunca devrildi. Kimi ayakta dondu, dizleri kenetlenmişti. Bakışlarını kaldırdı göklere, kirpikleri buz tutmuştu. Donmuştu bakışları gözkapakları inmiyordu. Ateşe değmiş gibi bir anda düşenler oldu. Kimi gördüklerine takat yetiremeyerek cinnete sığındı. Kimi de daha fazla direnmedi. Tevekkeltüteallallah, bir tebessüm sırrıyla kendisini uykuya bıraktı. Sağ yanı çoktan sarkmış, sarılacak bir tüfeği kalmıştı. Ama eninde sonunda hepsi de sırtını bana yasladı. "Henüz 17", 18, 19'du. Hanelerinde bir murat alınıp verilmişliği yok, kalplerinden geçecek kocamış bir ana, çilekeş bir baba hayalinden başka bir şeyleri yoktu. En son kalpleri dondu, hissettim. Bu kadarı bana bile ağır geldi. Allahuekber diye inledim. Arşıâlâ titredi ben mi titremeyecektim?

Gece her birini örttü siyah sütresiyle. Sabah beyazdı. Kar güneşi öyle bir aydınlattı ki buz tülünü, ışıltısından gözlerim kamaştı. Sanki hiçbir şey yaşanmamıştı. Öptüm her birini gözkapaklarından. Saçlarını okşadım. Pınarında donmuş gözyaşlarını kuruttum rüzgârımda. Her birini sırtında açılan nurdan kanatlarıyla Allah'a ısmarladım.

Sayıları mı? Saymadım ben. Doksanbin değil altmışbinmiş; altmış değil otuzbinmiş. Diyelim ki yüz, elli, on, beş. Hatta tek, bir. Olsa ne fark ederdi ki? Her biri tek her biri bir değil mi? O gece neler olup bittiğini dünya gözüyle kimse görmedi. Ama bilirim ben, çoğunun saçları bir anda bembeyaz kesmişti. Kâğıt yoktu kalem yoktu, mahşer günü tanık benim, bu gecenin kaydı benim üzerime kesildi