Fransa'daki cumhurbaşkanlığı seçimleri, öncesiyle olduğu kadar sonrasıyla da önemli tartışmalara gebe gözüküyor; "Seçtik oldu" denemeyecek kadar önemli sorunlarla kaçınılmaz olarak yüzleşilmesine yol açacak bir süreç söz konusu.
Dolayısıyla, Türkiye'deki "seçemedik oldu" durumlarından farklı bir biçimde, bundan sonrası konusundaki kaygıların artık söylemlerde değil eylemlerde ifadesini bulması bekleniyor.
Bununla birlikte, gerek seçimin taraflarının almış olduğu pozisyonların bir biçimde Türkiye'deki saflaşmayı anımsatması, gerekse Türkiye-AB ilişkileri karşısındaki Sarkozy'nin olumsuz tutumu, Fransa'nın seçiminin Türkiye'den yakından takip edilmesine yol açtı ve bazı durumlar da Türkiye'yi yakından ilgilendiriyor.
Seçimle ilgili ilk saptama, Fransız seçmeninin % 85 oranında ikinci tur oylamaya katılmasıyla ilgili.
Genel olarak ikinci turlarda bu oranın görülmediği Fransa'da katılımın yüksek oluşu olumlu bir seyir olarak değerlendiriliyor, Fransız halkının siyasete duyarlılığının artışı olarak ele alınıyor. Öte yandan katılımın yüksek oluşunun gelişmiş refah toplumları bakımından farklı değerlendirilmesi de mümkün.
Toplumun bu denli siyasallaşmış olması, aynı zamanda Fransa'da yoğun bir hoşnutsuzluğun, gelecek kaygısının ve istikrarsızlık beklentisinin bulunduğuna da işaret ediyor.
Ayrıca, cumhurbaşkanlığı mevkiine biraz fazla önem atfedildiğini, "lider" arayışının bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmasına yol açan koşulları ve siyasilerin söylemlerinden ne denli etkilenebilineceğini de ortaya koyuyor.
Özellikle Sarkozy seçmeninin cumhurbaşkanının kim olduğuna göre Fransa'da gidişatın tersine döneceğini sandığı, bunu umduğu ve siyasal mekanizmadaki diğer dengeleri dikkate almadığı gibi bir algı olduğu da anlaşılıyor.
Diğer bir ifadeyle Fransa seçmeni Fransa seçimlerine Amerikan seçimleri muamelesi yaptı denmesine olanak sağlanıyor.
Genel bir çerçeve içinde gerek seçim kampanyalarında, gerek 1. ve 2. tur sonrası yapılan zafer ya da yenilgi konuşmalarında denebilir ki Fransız seçmenlerin çoğunluğu; cumhuriyet değerlerini demokrasi değerlerine tercih etmiş; güvenliği özgürlüklerden önemli görmüş, korkular beklentilerin yerini almış, evrensel çıkarlar yerine ulusal çıkarlar öne geçmiş durumda. Korkular üzerinden beslenen politikalar sonunda da birey, vatandaşın arkasında, evren de vatanın gölgesinde kalmış gibi gözüküyor.
Büyük ölçüde bu durum, yeniden güçlü Fransa beklentisini ortaya koyarken, aynı zamanda "güç" ve dolayısıyla da mücadele politikasını da teşvik ediyor. Ancak bu konuda bazı sorunlar var.
Bunlardan birincisi, "güç" politikası uygulayan örneklerden biri olan ve Sarkozy'nin de sık sık referans yaptığı ABD'de de güç ve çatışma politikalarından uzaklaşma eğilimi var.
Demokratlar, Cumhuriyetçiler gibi düşünmüyor, Irak'tan bile çıkmanın yollarını zorluyor. Bu haliyle Fransa konjonktürel süreci biraz geriden takip ediyor gibi gözüküyor.
Yok eğer, Demokratların işbirliğine daha yatkın politikalar yürüteceği varsayımıyla Sarkozy'nin Fransa'yı iyi bir Amerikan ortağı yapma amacı varsa, bu sefer de "Fransa çıkarı", "Fransızlık" ve "ötekileştirme" anlayışıyla çelişen durumlar ortaya çıkabilir.
Vatanseverlik ve hatta nasyonalizm üzerinden yürütülen kampanya sonrasında ABD ile yakınlaşma konusunda Fransızların ikna edilmesi zor olabilir.
Belki de Fransa, ABD'den doğabilecek boşluğu doldurabileceklerini düşünenlerin oylarıyla şekillenmiştir.
Sarkozy'ye direnç daha da artabilir...
İkinci sorun, önerilen ekonomik modelle ilgili. Fransa'daki sosyo-ekonomik sorunların "kamusal liberalizmden" kaynaklandığını savunan birçok düşünür var.
Ancak, tarihsel ve sosyolojik süreçler Fransızların muhafazakar olduğunu gösteriyor ve bu da sandığa yansımış durumda.
Dolayısıyla Fransa'da yapılabilecek radikal değişimlerin, sadece yeni orta sınıf, işçi sınıfı, gençler ya da banliyölü yer değil diğer kesimlerden de direnç görmesi olası.
Diğer bir ifadeyle Fransa'nın İngiltere gibi olması bekleniyor olabilir; ama yapı ve ilişkileri İngiltere'ye benzemeyen Fransa'dan bunun çıkarılması pek mümkün görünmüyor.
Üstelik, İngiltere'ye benzeme güdüsü ile "yaşasın Fransa" söylemi, tarihsel olarak Fransa'ya, Fransa'nın AB tasarımına ve küresel beklentilerine pek uymuyor.
Üçüncü konu, daha ilk günden kaybeden sosyalistlerin mücadeleye devam kararı almaları, ayrı ve alternatif "kutlamalar" yapmaları, tam da bir direnişin işaretini vermesiyle ilişkili.
Sarkozy'nin zaferi olarak değerlendirilebilecek sonuçlar, bir biçimde belki de "sosyalistlerin" başarısızlığı olarak da okunabilir.
Diğer bir ifadeyle sosyalistlerin değişim projelerinde geri kalmaları, fraksiyone olmaları ve onları temsil eden Royal'in temsiliyet krizi yaratması gibi birçok konunun, seçmene güven vermediği söylenebilir.
Bir televizyon programı seçmen davranışlarında ne kadar etkili olabilir bilinmez; ama Royal'in son tartışmadaki şahsi saldırı pozisyonu ve "biz" yerine "ben" vurgusu yapması bundan sonra sosyalistleri yeniden düşünmeye teşvik edebilir.
Bu durumda Sarkozy'nin en büyük katkısının Fransız sosyalistlerine olacağı düşünülebilir.
Türkiye'ye ihtiyaçları var...
Bununla birlikte, görünen manzara seçim sürecinin öncesi ve sonrasıyla Fransa'da bir "ikili" tartışma zeminini, ayrımcılık ya da ayırıcılık çerçevesinde geliştirmiş olduğu.
Ülke içindeki saflaşmaların adı tam olarak konulamadığında ise, bir "dış" olgu bulunduğu ve bu olguya taraf olanlar-olmayanlar biçiminde bir ayırım yaratılarak seçmenlerin saf tutmaya teşvik edildiği de söylenebilir.
Bu konuda Fransa ile Türkiye pek benziyor doğrusu. Bu konuda, Fransa ile Türkiye'yi benzer kılan üçlü sınav sorusu ise ABD, AB ve Türkiye-AB ilişkileri oluyor.
Türkiye'de, muhalefet çevreleri yukarıdaki üç soruya da olumsuz yanıt veren bir eğilime sürüklenirken biraz da üçüncü dünyacı bir tavırla anti-emperyalist bir söylem ediniyor.
Tersini savunanlar da "yabancılarla işbirliği" yapan ve ülkenin geleceğini "İslamcılarla" birlikte davranarak ipotek altına sokanlar haline sokuluyor.
Fransa'da ise Türkiye'nin üye olabileceğini savunanlar bir yandan artan İslam farklılaşmasını provoke edebilecek süreçleri görmemekle suçlanıyor, bir yandan da Fransa'nın kültürel ve ekonomik istikrarına tehdit oluşturmakla suçlanıyorlar.
Dolayısıyla, her iki tarafta da birlik olgusuna sırtını dayayan anlayışlar, garip bir biçimde tam da "ötekileştirme" içerisinden oy topluyorlar.
Koşullar değiştiğinde, ki değişecek gibi görünüyor, "ulusal çıkar" ile halk algılarının uzlaştırılması işi şimdiki siyasilere kalacak.
Akdeniz Birliği projesine verilen öneme bakarak Akdeniz'de yeniden Fransa'yı var etmenin yeni yolu aranıyor ise ve bunun için Türkiye'nin adı geçiyor ise, Türkiye'nin kazanılması gerekecek.
Hele ki, ABD ile yakınlaşma gelişirse ve Akdeniz'de ABD ve İngiltere'ye rağmen davranılması daha da zor olacaksa, Türkiye nereye kadar dışlanabilecek belli değil.
Öte yandan Türkiye de, küresel güvensizlikler içinden kalkınma ve istikrar şansına sahip değil.
Dolayısıyla, dışlanmışlığın içinden Batı ile çatışmacı bir politika sürdürmesi kolay olmaz. Bu durumda, Türkiye'nin de AB'yi özel bir statüde algılaması mümkün olamaz.
Ya taraflar giderek daha nasyonalist ve otoriter zihniyetlere kurban gider ve bağları koparır ya da daha demokratik süreçleri teşvik ederek geliştirir. Bu tercihler de, küresel yönelimleri kapsayacak kadar geniş etkiler yaratır.