15 Ocak 2003'te bir milyondan fazla kişi - öğrenciler, emekleyen bebekler,Hıristiyanlar, Müslümanlar, rahibeler - Hyde Park'ta toplanıp İngiltere tarihindeki en büyük gösteriyi düzenlemiş Charles Kennedy'den Jesse Jackoson'a kadar bir dizi konuşmacı eli kulağında bekleyen Irak işgalini kınamak üzere aynı safta durmuşlardı; "bizim adımıza değil" diye slogan atıyorduk.
Glasgow'da ise ağırbaşlı ama küstah bir başbakan İşçi Partisi eylemcilerine konuşma yapıyordu: Londra'daki yürüyüşe cevap olarak şöyle söylüyordu Tony Blair: "Savaşa karşı ahlâki duruşun ahlâki bir cevabı vardır: Saddam Hüseyin'i kaldırmanın ahlâkiliği." Devamında şöyle diyordu: Harekete geçmemiz bu sebebe binaen değil. BM'in kitle imha silahları hakkındaki selahiyetleri uyarınca olmalıdır bu. Ancak samimi söylemek gerekirse, harekete geçmek zorundaysak, bunu rahat bir vicdanla yapmalıyız."
Blair'in bir aralar işaret ettiği gibi Tanrı ve kendisi arasında vicdanının öyle rahat olup olmadığı açık değil. Fakat şüpheli dosyalar, kitle imha silahları, 45 dakika uyarıları ve BM'in 1441 sayılı kararının çeşitli maddeleri ve bentleri hakkındaki tartışmalardan on yıl sonra, savaşa karşı yürüyen bizlerin haklılığı ortadadır. Biz doğruyduk, şahinler yanlıştı.
Gurur duymamız gereken, gösterinin çapı değil bizim muhakememizdir. Savlarımız ve tahminlerimiz doğru çıktı ve bizim kabadayı karşıtlarımız gözden düştü. Söylemi hatırlayın. İşgalcilerin “Saddam’ın kitle imha silahları olduğuna dair delil bulacaklarına şüphe olmadığı” gibi (Blair) “Irak’ın kitle imha silahlarının nasıl kullanılacağı hususunda el Kaide’yi eğittiğine dair deliller” (Colin Powell) vardı; “yabancı askerler kurtarıcılar olarak selamlanacak” (Dick Cheney); Ortadoğu’nun kalbindeki özgür Irak küresel demokratik devrimde “dönüm noktası” olacaktı.” (George W.Bush)
Yalan dolanlar, yarı gerçekler, yanılsamalar ve aynı anda zıt şeylere inanılan karma karışık şeylerdi. Fox kanalını izleyenler hariç, çoğu insan Irak’ta kitle imha silahları olmadığının, laik Saddam ile İslamcı Usame bin Ladin arasında bağlantı bulunmadığının farkındaydı. Baas diktatörlüğünün düşüşü, demokrasi veya insan hakları devrimi başlatmadı. Şahinlerin savunduğu her sav, katıksız yanlış olduğunu gösterdi.
Irak, stratejik bir felaketti – yahut İngiliz Muhafazakâr Partisinden Kennethe Clarke’nin BBC radyosundaki bir tartışmada dediği gibi “hayatım boyunca gördüğüm en feci dış politika kararıydı…Süveyş’ten daha kötüydü.” Irak işgali, Batılı güçlerin ahlâki itibarına zarar verdi, İran ve uydularını güçlendirdi; ülke içinde ve dışında el Kaide kaynaklı tehdidi yükseltti; haydut devletlere, Amerikan liderliğinde önleyici bir saldırıyı caydırmanın en iyi (tek?) yolunun kitle imha silahları edinmek olduğu sinyalini gönderdi. (Bakınız, Kuzey Kore.)
Bir zorbayı devirip Irak halkını kurtarmanın güçlü bir ahlâki zemini olduğu savunulsa bile bunun aksini savunmanın ahlâki zemini daha güçlüdür. Iraklıların mevcut ya da her an olması beklenen bir katliamla karşı karşıya olmadıklarına bakınca, Saddam’ın iktidarı kadar vahşi ve habis bir “insani müdahale” 2003 Mart’ında haklı bir şekilde gerekçelendirilemezdi. Bazılarımız askeri harekâtın can ve mal kaybı mâliyetinin harekât yapılmadığında ortaya çıkacak mâliyetten daha yüksek olacağına dair uyarmıştı.
En büyük kitle imha silahı, bizzat işgalin kendisi oldu. Iraklılar son on yılda ülkelerinin fiziki, sosyal ve ekonomik yıkımına; okulların, evlerin ve hastanelerin havadan bombalanmasına; Felluce gibi şehirlerin abluka altına alınmasına; Hadisa’da, Mahmudiye’de Amerikan liderliğinde yapılan katliamlara; 1948’de Filistin’deki etnik temizlikten bu yana Ortadoğu’daki en büyük mülteci krizine şahit oldular.
Hakemli bir dergi olan Lancet dergisinde yayınlanan bir araştırmaya göre 2003-2006 arasında Irak’ta şiddet yüzünden hayatını kaybedenlerin sayısı işgal olmasaydı yine hayatını kaybedecek olanların toplam sayısından 601.000 daha fazla; bombalandılar, yakıldılar, bıçaklandılar, silahla vuruldular ve işkenceyle öldürüldüler. Oransal olarak aynı dönemde 1.2 milyon İngiliz veya 6 milyon Amerikalının öldürülmesine denktir bu sayı. Blair, hatıralarında geçen bir cümlede malum bildik bir savunma (ve aldatmaya) başvuruyor ve Lancet raporunu “son derece sorunlu” diye anarak rapordaki sayıların doğru olmadığını ve yanıltıcı olduğunu iddia ediyor. O vakitlerde Savunma Bakanlığının bilim danışmanı olan Sir Roy Anderson, bir iç yazışmada izlenen yöntemin “en üstün yönteme” yakın olduğunu ve araştırma modelinin kuvvetli olduğunu kabine üyelerine anlatmıştır.
Şahinler inkarcılık ederek uyurlar geceleri. Savaşın beşeri mâliyetini - Irak’taki sivil kayıpları, Irak hapishanelerindeki işkence ve ihlalleri (2006’da, BM müfettişi Saddam Hüseyin zamanından daha kötü olduğunu söylemiştir) veya Felluce’de kusurlu doğumlarda beş kat, kanser vakalarında dört kat artış olduğunu - ortaya seren çalışmaları çekiştirir dururlar. Veya Irak’taki şiddet ve karmaşanın sorumlusu olarak teröristleri, “cihatçıları” ve “İslamofaşistleri” gösterirler. Irak’taki çoğu cinayetin sadist el Kaide canavarları ve onun kolları tarafından işlendiğini çok az kişi tartışacaktır ancak el Kaide’yi odak noktasına yerleştirmek büyük bir ahlâki sorumluluktan kaçınmaktır.
Birincisi, Lancet araştırmasına göre Irak’taki aşırı ölümlerin yüzde 31’i – 2003-2006 arasında 186.000 kişi - koalisyon kuvvetlerine atfedilebilir. İkincisi, çoğu araştırma göstermektedir ki Iraklı isyancıların sadece küçük bir azınlığı el Kaide’nin kart taşıyan üyesiydiler. 28 Nisan 2003’te Felluce’de patlak veren isyan, yabancı cihatçıların gelişinden çok önce ama Amerikan askerlerin 17 silahsız Iraklı göstericiyi öldürmesinden hemen sonra başlamıştır. Irak’ta intihar bombacılığı tarihi yoktur. Üçüncüsü, Mezopotamya’da başımıza gelen bu beladan önceleri Irak’ta hiçbir cihatçı faaliyette değildi. Ancak 2003-2008 arasında 1.100 intihar bombacısı kendilerini havaya uçurdular. Amerikalı general Ricardo Sanchez’in onaylayan sözüyle “savaş Irak’ı terör mıknatısı….bir fırsat hedefi yapmıştır.”
(…)
Bazı şahinler böylesi savların alakasız olduğunu söylüyorlar. Iraklılar Saddam Hüseyin’in gidişinden memnun olmamış mı? Akan kana rağmen ülke savaşın sonucunda daha iyi durumda değil mi? Hiç de öyle değil. 2007’de Bağdat yanarken Riverbend takmaadını kullanan Iraklı blogcu “şüphesi olan gerizekalıları aydınlatayım” demişti. “Daha kötü durumda. Bitti. Kaybettiniz…Ebu Gureyb hapishanesinden o resimler geldiğinde aklı başında, kırmızı kanlı her Iraklıyı kaybettiniz…katilleri, canileri, gangasterleri ve milisleri iktidara getirdiğinizde kaybettiniz.”
2011’de yapılan bir Zogby kamuoyu araştırması Iraklıların yüzde 42’sinin İngiliz-Amerikan işgali neticesinde daha kötü durumda olduklarını düşünüyorlar; daha iyi durumda olduklarını düşünenler ise sadece yüzde 30 düzeyinde. BBC’nin 2005’te yaptığı bir araştırmada Iraklıların az bir çoğunluğunun (yüzde 50.3) Irak savaşının “oldukça” veya “kesinlikle” kötü olduğunu düşündüklerini bulgulamıştı.
Şaşırmalı mıyız? Iraklı romancı ve eylemci Hayfa Zangana Saddam sonrasında kurulan hükümetin mezhep ve etnik bölünmeler ama en çok da yolsuzluk nedeniyle tükendiğini kaydediyor. İnsan Hakları İzleme Komitesinin 2012 raporu, Iraklıların haklarının nasıl ihlal edildiğini ve ihlalcilerin, yeni yöneticilerin, nasıl cezadan muaf kaldıklarını göstermektedir. London School of Economis’ten Toby Dodge “Irak: Savaştan Yeni Bir Otoritaryanizme” (Iraq: from War to a New Authoritarianism)başlıklı kitabında savaşın Irak’ta eskisinden bir farkı olmayan yönetim sistemini nasıl kurduğunu belgelemektedir. Başbakan Nuri el Maliki’nin ülkesini “akıl almaz derecede yıkıcı bir diktatörlüğe” götürdüğünü savunuyor Dodge. Dicle kenarında liberal bir demokrasi kurulması, neoconların ham hayali olmayı sürdürüyor.
Saddam gitti iyi de bedeli ne oldu? Lord Bingham’ın sözüyle, gereksiz, sebepsiz bir savaşın sonucunda Irak yıkıldı, yüzbinlerce masum hayatını kaybetti ki uluslararası hukukun ciddi bir ihlalidir de. Fransız diplomat Talleyrand, Duc d’Enghien’in Napolyon tarafından idam edilmesini “suçtan daha kötü” diye nitelemişti; halt etmekti. Irak, Talleyrand’ın sözünü baş aşağı çevirdi. Halt etmekten daha kötüsüdür; o bir suçtu.
Kaynak: New Statesman
Dünya Bülteni için çeviren: M.Alpaslan Balcı