Açlık grevleri ölümler gelip çatmadan son bulsun diye “sessiz kalmamak gerek” platformu bir çağrı metni yayınlamıştı. Hükümete, açlık grevinde bulunan insanlara ve özellikle de BDP’ye grevlere son verilmesi için gerekli sebepleri bildiren bir metindi bu. Ölümü göze almış insanla hayatın kurallarını öne sürerek konuşamazsınız. Birisi ölüme giderken art niyetinden söz edip seyirci kalamazsınız.
Hayatlar erimekteyken buna seyirci kalmamanın bir yolu olarak imza kampanyalarının, “aydın” zümresinin saflığına delalet ettiğini yazdı İbrahim Kiras Star’da, “Bu aydınlar bu kadar saf olabilir mi?” başlığı altında.
Maruz kaldığım/ız “birileri tarafından yönlendiriliyor olma” suçlamasını açıklayan bir yanı var “saflık” nitelemesinin, zahirde.
Bana kalırsa yüreği saf bir insan “ben aydınım” diye öne atılmaz. “Aydın” nitelemesini ancak, bazen yerini geçecek bir kavram bulamadığımda, bazen de Ali Şeriati’nin kullandığı şekilde, bilgiyi eylemle harmanlayan, amelle geliştiren kişilikler için kullanıyor olabilirim.
Kiras’a göre kimi gariban İslamcı aydınlar” da (saflıkları yanı sıra nasılsa hesap kitap gözeterek) Avrupa’da bazı ortamlarda insan hakları savunucu olarak tanınma kaygısının” yanı sıra “İstanbul’daki sosyeteye kabul edilmek umuduyla” da bu imza kampanyasına katılmış olmalı. “Saf” insanın akıl almaz çıkarcı hesapları! Çelişkili kurgu, gerçek hayata karşılık gelmiyor, önce tabii ki kendimden biliyorum. İşim yazarlık ve metinlerimle var olmayı seçiyorum tabiatıyla, ancak bilen biliyor, muteber ajansların kitaplarımı Avrupa’ya, Batı alemine açma teklifine bile mesafeli durmuş bir yazar olmayı seçtiğimi. İmza kampanyasına katılan ve yakından tanıdığım pek çok isim için de benzeri tavırlardan söz edebilirim.
Nedir bu niyet okuma arzusu ayrıca… Açlık grevlerinin sona ermesi için düzenlenen kampanyaları tahkir yüklü bir dille eleştiren köşe yazarının da hiç de saf olmayan sebeplerle herhangi bir çevre veya kuruma dahil olma, “kabul edilme” umudunu taşıdığını mı düşünmeliyiz, görüş ve yargı bildirimlerini, ille de türlü türlü “çıkar” hesabı zaviyesinden değerlendireceksek…
Geri dönelim saflığa, safiyane bakışa… Yaratıcı bütün eylemleri kâr ve çıkar açısından en başında mahkum etmeye hazır, ezberlenmiş metinlerle idare edilen, bu dünyanın bir de ahreti olduğuna inanmayan, güçlü olanın haklı olduğunu öğretmeye zorlayan bir dünya karşısında “gariban” değilse bile kendini gurbette hissetmeye aşina Müslüman duyarlığıyla biricik övüncümüz de olabilmiş bir bakış bu… Taşlaşmaya inat eden dünyanın kalbi, savunmasız hayatların mütercimi olmayı kim istemeyebilir… Kendini bir başkasının yerine koyabilmeyi denemek, bir süreliğine de olsa o kişinin bulunduğu zor duruma nasıl da düştüğü üzerine düşünmek işsiz güçsüz, tutunamamış, tutunmak için de ruhunu satmaya hazır insanların işi olabilir mi…
Kastettiğim elbet, aynı zamanda masumiyetin kaybı.
Çocuğa yüklediğimiz masumiyet, her seferinde dönmeye çalıştığımız sıla. Yetişkin yaşların masumiyeti kuşkusuz daha değerli; hayat tarafından önüne konulan engelleri, tuzakları aşmayı başardığı için. İşte bunu gerçekleştiren insan kimine göre mesela bir Ferhat kadar saftır, Hüsrev’in iktidarla beslenen planları karşısında. Saftır, çünkü Şirin’e aşık olmadan önce de insan evladının kardeşliğine inandığını anlatır hal ve hareketleri ve kardeşlik de tanımını çıkar gözetmezlikte gerçekleştirir. Birinin iyiliğini hiçbir çıkar gözetmeden dilemek o denli mi imkansız? Haftalar geçti, günler, saatler akıyor, tükeniyor bedenler, talepleri anlamsız olsa bile artık çözüm üzerine konuşamayacağınız insanı hayata döndürmek için adım atması gereken, özellikle de böyle bir eylem yoluyla çözüm aramayı kendine uzak bilen bilinçler olmalı sahip oldukları bir farkındalık adına; insanın insana sorumluluğu da başka nedir ki… Doğru olana karar verme konusunda anlaşmanın, karara varmanın zorlaştığı anlar vardır. Fakat insanca davranmak, insanca davranmanın yolları üzerine düşünmek ve harekete geçmek kararın bir parçasını oluşturur her zaman. Sebebi ne olursa olsun tükenen bir beden karşısında bir tepki türü, saflıkla suçlanmayı göze almış insanın bir hayretle gelişen refleksi; iyi ki de öyle.
İşte Muharrem ayı geldi. Bir kez daha şehadet yoluna zorlanıyor Hüseyin, bir kez daha bombardımana uğradı Gazze bütün geçit vermezliğiyle. Saf insan geçmişte benzeri şekilde tepkiler verdiğini hatırlasa da elinden gelen bunlar olduğu için dua ediyor, namaz kılıyor, slogan atıyor. Slogandan geçilmeyen bir dünyada Gazze için sloganlar atmak çok mantıksız görünüyor. “Dünya susma!” diye bir slogan uydurmuştum bir defasında Lübnan bombalanırken. İnsan tuhaf bir şekilde kelimelerin mucizesine inanmak istiyor, çocuk yaşta olduğu kadar Günter Grass gibi yaşlılık çağında da…
Sadece kelimelerim var, diyor şarkı. Ben politik hüküm mercilerine ancak kelimelerimle ulaşmayı deneyebilirim.
Nizar Kabbani’nin mısralarında dile geldiği üzere:
Yazıyorum kurtarmak için sevdiğimi
Şiirsiz şehirlerden,
Keyifsiz gönençsiz, sevgisiz şehirlerden
Yazıyorum bir çağrı olsun diye
Yazıyorum bir ikon olsun diye
Yazıyorum bir bulut olsun diye
Çağın şahidi ve şehidi olmak… “Hz. Hüseyin zor yolculuğu için hazırlanırken arkadaşları, hısım akrabası tarafından uyarılmış, akıllı davranmaya, strateji geliştirmeye çağrılmıştı. Ancak o tam zamanında yola çıkmakta direndi, her şeyi göze alarak. Saf bir niyetle ölümü göze aldığı için başkaları tarafından “kullanılmaya” yatkınlaştığını söyleyebilir miyiz?
İmzacılara dönelim. Mesela Fatma Bostan Ünsal, bir başka şekilde saflığını korumasaydı, Bağdat’a canlı kalkan olmaya gider miydi, şehir bombardıman altındayken… Aktivist eylemleri açısından Türkiye’nin en yaratıcı isimlerinden biri olan Mehmet Atak, saflığını korumayı önemli bulmasaydı, Miraçname gibi çarpıcı projeler geliştirecek yerde ÇİAD’ın (Çocuklar İçin Adalet Platformu) işlerine dalıp hapiste yatan çocukların sadece ve öncelikle çocuk, bulundukları durumla da bu toplumun eseri olduğunu hatırlatmak üzere sayfalarca metin yazar, binlerce kilometre yol kat etmeyi göze alır mıydı…
Daha fazla insan olmaya çalışmak, bunun yolunu bazen çaresizce aramak, aramayı sürdürerek yıllarını geçirmek, küçük bir kuşkuyla bile olsa söz konusu olan Allah’ın verdiği can ise eğer, en azından ihtiyat halini benimsemek saf insanın iyi işleri, halleri… Böyle bir tür saflık olmasa, kuru mantıkla yürüse yeryüzünün işleri güçleri, bu nedenle de aşkın ve merhametin, dostluğun ve davanın çıkar ilişkilerine yenik düşmesi olağanlaşsa, ne kültür tazelenir ne de medeniyet sadra şifa olur.
İktidar diline, söylevlerine fazlasıyla aşinayız, bırakın bazıları da mümkün bütün yitimleri göze alma pahasına bir tür saflıkta direnip hayattan yana çıkmaya yorsun zihnini, kalemini. Telafi edilemeyen bir kaybın sebebi olur çünkü bu fani dünyada, kendinden vazgeçmiş insanı pekâlâ aynı zamanda bütün varlığıyla bekliyor olabileceği hayata çağıran, ölümcül eylemine ilişkin yargısını da ancak hayatın hakim olduğu bir zeminde vereceğini bildiren “saf” bir sesten yoksun bırakmak.