Sadece iç dinamikler mi?

 

Sözgelişi, bizim yaşadığımız modernleşme deneyimi, anlam haritalarımızı, medeniyet iddialarımızı olumsuzlayan, bu nedenle de Türkiye'de elitlerle toplumun kimliğinin, duyarlıklarının ve önceliklerinin farklılaşmasına, hatta yer yer elitlerle toplum arasında adı tam olarak konulmamış "anlamsız, yapay ve tehlikeli bir kavga"nın zuhur etmesine neden olan, anti-modern ve anti-demokratik pratikler ve kurumlardan oluşan tuhaf bir "modernleşme" deneyimi.

Türkiye'nin elbette ki Osmanlı'nın son dönemlerinden itibaren yenileşmesi gerekiyordu. Ama yüzyılların birikimi, deneyimi ve mücadelesiyle oluşan anlam haritalarımızı ve medeniyet dinamiklerimizi eksene alan bir yenileşme süreci olmalıydı bu.

Türk modernleşmesi konusunda çalışan sosyal bilimcilerin de hemfikir oldukları gibi, dünyada, özellikle de Batı toplumlarında yaşanan modernleşme tecrübeleri, bu toplumların kendi anlam haritalarını, kültürel dinamiklerini olumsuzlamaksızın, yoksaymaksızın geliştirilen modernleşme tecrübeleridir. Oysa Türkiye'de tam tersi ve son derece anormal, bütün sorunlarımızı anormalleştiren bir deneyim yaşanmıştır ve halen de bu anormal, irrasyonel tutum zorla sürdürülmeye çalışılmaktadır.

Türkiye, Çin, İran ve Afganistan'la birlikte sömürgeleştirilemeyen birkaç ülkeden biridir. Türkiye'nin sömürgeleştirilememesine rağmen, sömürgeci Batı ülkelerinin sömürgeleştirdikleri ülkelerde yaptıkları şeylerin Türkiye'de bizzat bizim elitlerimiz tarafından hem de daha şiddetli, radikal şekillerde yapılagelmiş olması da bizim karşı karşıya kaldığımız sorunların karmaşıklaşmasına, anormalleşmesine ve içinden çıkılmaz hâle gelmesine yol açan bir başka önemli faktördür. Türkiye'de elitlerin topluma, toplumun da elitlere karşı türlü takiyye biçimleri geliştirmekten kaçınmamasının nedenleri burada aranmalıdır.

Tanzimat döneminde yenilgi psikolojisi üzerine bina edilen savunmacı ve eklektik bir modernleşme projesi geliştirilmesi, Cumhuriyet döneminde ise bunun kültür ve medeniyet değiştirme projesine dönüştürülmesi, Türkiye'nin sorunlarını azmanlaştırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

Bizim, insanın aynı anda hem iç, hem de dış dünyasını "tanzim" eden anlam haritalarımızın reddedilmesi, ama monteleme yöntemiyle zoraki olarak topluma dayatılan projelerin, zuhur eden boşluğu dolduramaması, toplumumuzun yeniden kültürümüzün ürünü olan anlam haritalarına sarılmaya başlamasına yol açmakta, bu da elitleri panik havasına sürüklemekte, sistemin yaşadığı meşruiyet, hegemonya ve özgüven krizini artırmaktadır. Sonuçta ortaya çıkan manzara şu: Topluma duyulan güvensizlik, iç dinamiklarin bastırılması ve ardından zuhur eden veya ettirilen yapay sorunlar, kavgalar ve anormal, hissi davranış biçimleri: Tam bir akıl tutulması yani.

Böylesi bir ortamda, Türkiye, hem dünyada yaşanan gelişmelere kulak tıkayan, hem de iç dinamikleri ıskalayan "hastalıklı bir organizma" görüntüsü veriyor.

Bu yüzden, Türkiye'de yaşanan sorunlara ilişkin olarak salt "iç dinamikler"den yola çıkılarak yapılan yorumlar, analizler ve saptamalar kaçınılmaz olarak hem eksik kalıyor; hem de bizi yer yer yanlış ve yanıltıcı sonuçlara, çözüm önerilerine götürebiliyor.

Bir yandan dünyanın sürgit küreselleştiği, küçüldüğü, zaman-mekan kavramlarının eski anlamlarını ve işlevlerini yitirmeye yüztuttuğu; öte yandansa Türkiye'de vuku bulan olayların önemli bir bölüğünün dış dinamiklerin ürünü olduğu gözönünde bulundurulunca, Türkiye'de yaşanan olayları, gelişmeleri, dışarıda yaşanan gelişmeleri gözardı ederek anlamlandırabilmek son derece zordur. [Bunun son örneği, Almanya'daki Deniz Feneri Derneği davasının Türkiye'yi bir haftadır meşgul ediyor olmasıdır.]

Not: Bu yazı, 10 yıl önce bu sütunda yayımlanmıştı…

Kaynak: Yeni Şafak