Müslüman okur-yazarlar olarak romanın İslami dünya görüşüne uygun bir tür olup olmadığını tartışırken bir yandan da roman okumaya ve yazmaya devam ediyoruz. Bana kalırsa romanın İslami dünya görüşüyle uyumsuzluğundan çok, Müslüman kanaat önderlerinin roman türüne aşina olamamaktan ileri gelen mesafesi, daha doğrusu kayıtsızlığından söz etmek daha açıklayıcı.
Açık ki dördüncü romanını yazmaya hazırlanan bir yazar olarak roman okurluğu ve yazarlığının oluşturduğu özel bir anlama/dinleme kapasitesini İslam’ın modern dünyaya hazırladığı cevaplar açısından çok önemli buluyorum. Modern dünyada her şey değişirken okuma kalıpları ve edebiyat türleri değişmeyebilir mi? Ali Bulaç roman ve şiir türlerine düşkünlüğün Müslüman gençler üzerinde olumsuz etkileri olduğunu söylüyor. Saçma sapan uğraşı mıdır roman, şiir...
Mesela Aliya da öyle düşünmüyor: Tarihin kaydetmediği ya da yanlış kaydettiği her bilgi, durum ve sahneyi bize tarihçi değil, romancı anlatır. (Özgürlüğe Kaçışım, sf. 129) Dostoyevski’nin hep daha acil bir problemin peşinde koşan “budala” kahramanından öğrendiğimiz hayat bilgisini bize bir ders kitabı nadiren öğretiyor. Sezai Karakoç’la birkaç yıl önce bu bağlamda konuşma şansım olmuştu. Üstad, gençlere klasikleri okumalarını tavsiye etmişti konuşmamızın arasında.
Asım Öz, Erol Göka ile Dünya Bülteni için bir söyleşi gerçekleştirdi geçtiğimiz haftalarda, yeni, yayımlanan Psikoloji ve Siyaset (Yarın Yayınları) etrafında. Göka bu söyleşisinde İslamcılığın nostaljik bir hareket olmaktan çıkmasını büyük fikirlerin sahibi düşünürlerin yanı sıra, sanat etrafında “dünya kamuoyunu hallaç pamuğu gibi atan”büyük sanatçıların varlığına bağlıyor.
Gençleri roman ve şiirden korkutmak suretiyle işte böyle bir geleceği hayal etmemiz zor olacak gibi geliyor bana. Payımıza düşen o takdirde nostaljik tesellilerle yetinmek. Ne demişti Tolstoy? Dünyanın en güzel kıssası, Yusuf ile Züleyha. Her yazar bir şekilde o kıssaya dönmek ister, bir cümleyle, bir öyküyle, bazen de Thomas Mann’ın yaptığı gibi ciltler dolusu... Mann’ın koskoca Yusuf ve Kardeşleri safi bir saçmaklık olarak değerlendirilebilir mi... Tefsirden tefsire fark var.
Bazı tartışma platformlarında insanlar ikiye ayrılıyor: Roman sevenler ve sevmeyenler. Roman okumak kadar yazmak da hayal gücünün terbiyesinde eşsiz tecrübeler... Ümit Karan kendisini bir roman gibi hissettiği için roman okumadığını söylemişti bir söyleşisinde. Bazen yazılarımda daktilosunu, roman ya da öykü türünden olmayan yazılarını bile mahremiyetin ifşası, itiraf metni olarak görüp “yasaklayan” kocasından daktilosunu karyolasının altında bir battaniyeye sarılı olarak gizleyen bir arkadaşımdan söz ettiğim oluyor. Romana, bu büyük kurguya yönelen zihnin çabasının değerini yadsıyanlar olacaktır, ancak kimin bir roman yazma teşebbüsünü, o büyük kurguda yol almaya götüren cesareti şahsi yorumlarıyla fiilen engellemeye hakkı olabilir?
Kimileyin bir eleştirmen çıkar, romanın kadın muhayyelesine verdiği zararları öne sürer: Özellikle kadınlar roman okuduklarında duygusal çarpılma mı yaşıyorlar? Belki de tam tersi oluyor ve kendilerini ve hayatı/ölümü daha doğru okumalarını sağlayan cümlelere, tahlillere açılıyorlar, sadece Barbara Cartland, Kerime Nadir okumakla yetinmiyorlarsa.
Roman okuyan kadın, muhayyelesinin olıuşturduğu katmanlarda kaybolacağı korkusu uyandırıyor sanki. Asla kuru cümlelerle yetinmeyecek ve farklı açıklamaların peşine düşecek.
Onu bir yolculuk sırasında tanıdım: Müfessir yanıyla öne çıkan, dini ilimler alanında tahsil görmüş, bir on yıl içinde toplumun sorunlarını dile getirme ve çözüm araştırma konusunda bir mesafe kaydettiğini düşündüğüm bir ilim adamı. Bir toplantıda üzerinde çalıştığım romandan açıldı konu. Babası zihnen fesada uğramasın diye futboldan ve romandan uzak tutmuş onu çocukluğunda. Şimdi hangi romandan yola çıkmalı, okumaya başlarsa eğer... Geri getiremediği bir geçmişin hayıflanması içinde göründü bana. Dürüstlükle açığa vurduğu bir eksikliğin farkındalığıyla, sorular sordu. Tolstoy ve Knut Hamsun okusaydı, tefsiri zarar görür müydü bundan? Daha önemlisi, 7 Askı havzasında yetişen peygamberimiz (sav), roman döneminin türü olduğu takdirde, uzağında mı dururdu bu çok imkânlı, çok yüzlü türün?
Bütün abartılmış önemine rağmen Ulysess’i farketmiş, Savaş ve Barış yolunu katetmiş, Ceza Sömürgesi’ni çözümlemiş, Kur’an’dan “tek mükemmel metin” diye sözeden Calvino’nun “Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler”ini okumuş bir müfessir hayal etmek, zora koşmuyor insanı, tersine insanlık hallerine doğru genişleyen bakış adına umut uyandırıyor. Bu okuma insanın türlü hallerine aşina, insana ait sarsıcı tecrübelere duyarlı bir bakış açısına büyük katkı sunardı nihayet. Aklıma Film Arası’nın son sayısında Mecid Mecidi’nin kapaktan verilen sözü bir soru cümlesi halinde beliriyor. “Hz. Peygamber yaşasa, sinemayla tebliğ yapardı.”
Kim kimin roman yazma/okuma ihtiyacına hükmedebilir, bu ihtiyacın, bu tercihin sebeplerini kolaylıkla iptal eden bir açıklama sunabilir ki... Kimse sırf saçmalık olsun diye yıllarını tabiattan, insan ilişkilerinden koparak yazmaya ayırmaz. Güray Süngü’nün Kış Bahçesi isimli romanını okuyorum şu günlerde: Bu roman niye yazıldı, nasıl yazıldı? Bir eseri kurmaya götüren öyle iki üç yıllık süreç olmuyor. Süngü romanındaki cümleleri kurmaya yıllar önce başlamış olmalı. Böylesine bütün romanları “saçma” hanesine kaydeden bir roman bakışı karşısında ne düşündü, merak ediyorum.
Çünkü roman, iyi roman, yazılmadan edilemeyecek her türlü ayrıntısı ve taşıyıcı güçleriyle, insafsızca bastırılanın yanında yer tutan anlama ve gösterme çabasıyla, yeri geldiğinde atlanılmış cümleleriyle de öncelikle yazarını eğitir. Roman var, roman var. İtiraz konu olan hangisi? “Roman mı, romans mı, itiraf mı, anatomi mi” Northrop Frye yaptığı bu ayrımla ve edebi türler üzerine tezleriyle 19. Yüzyıl’a özgü Batı romanını ölçüt alan eleştiriye karşı çıkıyordu. Hayatı, ölümü, felsefeyi hikayelerle taşıyan kurgunun geleneksel anlatılar karşısındaki yeri, Japonya’da da tartışma konusu olmuş. Karatani Japon romanını Batı romanından farklı bir tür olarak tanımlayan tartışmaları irdeliyor Derinliğin Keşfi’nde. (Metis, sf. 197) Bir batı “novel”i varsa da bugün okunan bambaşka bir türdür ve bugün “novel” denilen şeyin, çok çeşitli şeylerin içine yerleştirilebileceği ve bu anlamda da bugüne kadarki türleri yapıbozuma tabi tutan bir tür olduğunu düşünmek uygun görünüyor Karatani’ye.
Bir yazar niye roman yazar, neyi göze alarak ve hangi sebeplere dayanarak o büyük kurguya el atmaya cesaret eder? İki başarılı genç romancının, Nihan Kaya’nın ve Güray Süngü’nün bu bağlamdakki sorularıma verdikleri cevaplarla tamamlamak istiyorum yazımı. Her iki yazara da sorularıma verdikleri cevaplar için teşekkür ederek...
NİHAN KAYA: Bana gündelik hayatın kendisi saçmalık gibi geliyor, bu yüzden roman okuyor ve bu yüzden roman yazıyorum. Sabahları sekizde kalkmayı, karnımız ne zaman acıksa o zaman yemek yemeyi, biri "teşekkür ederim" deyince "rica ederim" demeyi, yağmur yağınca şemsiye açmayı, yağmur yağınca şemsiye açmamayı, nikah memuru "ayağa kalkın" deyince ayağa kalkmayı ve tüm bunlar normalmiş gibi yapmayı çok saçma buluyorum. Margaret Garner'ın, beyaz adamlar onları almaya gelince iki yaşındaki kızını domuz gibi boğazlamasını hiç saçma bulmuyorum. Margaret Garner'ın yaptığını ben yapsaydım belki saçma olurdu; ama Margaret'ın eylemi beni çevreleyen realiteden daha gerçek. Roman, gündelik hayatın saçmalığına karşı bir tavır, bildiğimiz en yumuşak başlı isyan. Hayat bu kadar saçma olmasaydı, daha doğrusu, gerçek dediğimiz şey bu kadar gerçek dışı olmasaydı, romanlara ihtiyaç duymazdık. Maalesef böyle bir dünyaya doğduk, ama neyse ki edebiyat var ve sınırlarımızı genişletiyor, bize başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor.
GÜRAY SÜNGÜ: Kafamın işleyiş biçiminin romana uygun olduğunu düşünüyorum. Okuduğum romanlardan çok çok etkilendiğim gençlik yıllarıma gidersem gördüğüm ilk şey, yazarların romanlarda anlattıkları hikayenin güzelliği, büyüklüğü yanında, yavaş yavaş gelişen kurgunun çekiciliği, işin böyle kotarılabilmesindeki sanatsal sezgi ve zeka idi. Bunu kendimde sabır ile ilişkilendirdim. Bir romanı kurgular ve yazarken sabredebiliyorum değil, bunu yaparken içimi kıysa da, bir an önce bitirmek için içim gitse de, hemen sonlandıramamaktan yani sabretmekten gizli bir haz alıyorum. Ana hikayeye odaklanmanın yanında, bir çok yan hikayecik ile zengin bir dünya kurmanın hazzı da keza, bu duyguya hizmet ediyor.
Ancak takdir edersiniz ki, bu cevap neden roman yazıyorum sorusunun daha çok türler arasından romanı neden tercih ediyorum bağlamına cevap olabilir. Neden sanat, neden edebiyat, bu bağlamda neden roman sorusunun cevabı çok net olmamakla beraber; hani sokakta bir kedi köşeye sıkıştırılmıştır mahallenin çocukları tarafından, siz penceredesinizdir. Müdahale için uzak ama bir şey yapmazsanız da duramayacaksınız. Sanat benim için biraz o çocuklara seslenmek gibi. Çekilin oradan, bırakın kediyi. Duyarlarsa kediyi bırakırlar, duymazlarsa (ki genelde duymazlar), ben en azından bir şey yaptım, huzurla uyuyabilirim (ki genelde uyunmaz), gibi…