Refibeyli'nin sabrı, Ahmetova'nın yası

Gitmeye mecbur olmak, sürülmek, geri döneceğine inanılsa da belirsiz bir süreliğine ve zorunlulukla giden kişinin ardında kalmak... Hangisinin hayatı bir daha toparlanamayacak şekilde tarumar oldu acaba, gidenin mi, kalanın mı; bu soruya matematiksel bir cevap verilebilir mi? Gidenin dönüşü, kalanın ise hayatı (ve yollara düşmeyeceği) garanti edilemez, bildiğimiz bu. Söz konusu olan Sibirya sürgünüyse, hiç bir dehşet verici hikaye şaşırtmaz hale gelir ve meçhul kalan sadece sürgünün mezar yeri olabilir. Aileleri parçalayan, sevenleri ayıran, kuşakları çevre ülkelere dağıtan Sovyetler Birliği, büyük bir sürgün imparatorluğu ülkesine dönüşmüştü, işçi sınıfının iktidarını gerçekleştirme adına. Sonuçta iktidarı oluşturan işçi sınıfı da değildi hoş. Biz konumuza dönelim ama... Yani Sibirya sürgünlerine...

En az otuz yıl boyunca soğuk sürgün topraklarına gönderilen ve çoğunluğu iklimine yabancı olduğu o beldede ölüp kalan milyonlardan değil, geride kalan iki kadından söz edeceğim: Beklemeyi öğrenen ve bekleyişin azabını mısralara döken  iki şair kadın.

Gence doğumlu Nigâr Refibeyli (1915-1981), aradanlıkların şairi olmuştur hep. Geleneğin ve modernliğin, evkadınlığıyla iş hayatının, Kuzey Azerbaycan’la Güney Azerbaycan’ın, eski düzenle yeni sosyalist düzenin, Sovyet düzeni ile Azerbaycan toprağının arasındaki sansürlü mayınlı bir araziden yazılmıştır şiirleri. İç sansür, dış sansür, sürekli bir ayıklama, süzme, soyutlama, erteleme...  Refibeyoğlu öncelikle kağıda dökemediği şiirleri için ah çekerek yazan bir şair olarak görünür bana.

Sovyetler döneminde yaşamış bir diğer kadın şair olan Anna Ahmetova ise acı sınırını aşmanın verdiği imtiyazla özsansürünün  çitlerini kırmıştır. “Ağıt”, Stalin teröründen acı  çekenlerin gizli, yaşasıdışı ilahisiydi. Ünlü şaire, edebiyat dergisi Ekim’in 1984’te yayınlanan bu şiiri, Stalin’in kamplarında öldürülen oğluna ithaf etmişti. Şiirin bir kısmını İzzetbegoviç’ten alıntılıyorum:

On yedi aydır

Çağırıyorum seni

Eve gelmeni istiyordum, yalvarıyordum

-Ah oğlum; dehşetim

Süründü

Celladın ayakları dibinde

Her şey ebediyen berbat oldu

Öyle ki artık bilmiyorum

Kim insan kim hayvan

Bilmiyorum idama ne kadar kaldı... (Özgürlüğe Kaçışım, sf. 285, Klasik; 2005)

1966’da vefat eden Ahmetova’nın kocası şair Gumilev de 1921’de idam edilmişti.  Ancak SSCB Komünist Partisi'nin XX. Kongresinden sonra Gumilev'e iade-i itibarda bulunuldu. Sovyetler’de bağımsız şair olmak, kelimelerle çalışmak hiç kolay değildi.

Nigar Refbeyli’nin şiirlerini okurken insan, yazılamayan kelimelerin eksikliğini ve şairenin bundan ileri gelen iç daralmasını –şair olarak doyumsuzluğunu- hissediyor. Babası, ilk Azerbaycan Cumhriyeti’nin ilk sağlık bakanıydı Nigar Hanım’ın, eski rejimle bağlarının kuşkulu bulunması için yeterli bir sebepti bu.  Refibeyli ailesi de Sovyetler Birliği kurulduktan sonra sıkı ve amansız bir takibe uğramış, ailenin reisi Hududat Refibeyli Bolşevikler tarafından öldürülmüştür. Sonraki yıllarda ailenin kimi üyeleri canlarını kurtarmak için Türkiye’ye ve İran’a kaçtılar. (Azizenin Son Günü isimli hikaye kitabımda, Refibeyli ailesi ve benzeri ailelerin can korkusu yüzünden üç ülkeye dağılarak parçalanmasını anlatan paragraflar vardır.)

Soyadına yönelik bu takibe karşılık Nigar Refibeyli’nin şiir yazmayı sürdürmesi, hem de koşullu bir sanat ortamında iyi şiirler yazabilmesi şaşırtıcı. Nigar Hanım 1937’de Azerbaycan’ın bir diğer önemli şairi Resul Rıza ile evlenir. İki büyük şairin evliliği nasıl geçer, yaşanır, incelenmeye değer. Ünlü yazar ve şair Anar’ın annesi, soyadının ağır mirasına karşılık resmi olarak da kabul görüyor, fahri ünvanlar ve madalyaların yanında “devlet sanatçısı” olarak da taltif ediliyor. (“Anar” isminin, “Anam Nigar Babam Rıza” şeklinde akrostiş bir açılımı var.)

Refibeyli, ideolojik, Sovyet gerçekçiliğini bağıran tarzda, “proleter edebiyatı” içine alınabilecek form ve içeriğe sahip bir şiirin teşvik edildiği ve lirik şiirin de kolaylıkla burjuva özentililiği ile dışlandığı bir edebiyat ortamında, lirik şiirler yazarak kendini kabullendirmiş, hatta “halk şairesi” ünvanını kazanmıştır. Yazamadığı şiirler için esefle hatırlanacak olan şairenin birçok şiirinde özsansürün yol açtığı kısıtlılık, şiirini her an Sibirya yolu açılabilirmiş gibi bir kaygıyla yazdığını duyurtur. 

Birinin kısmetine yüksek masa arkasımda oturmak

Birinin kısmetine

Kap-kacak yumak düşür...

Ne zarar,

Bazen yüksek meclislerden

Daha parlak

Daha temiz olur

Basit mutfaklar... (1964) 

Yukarıda birkaç mısrasını –özgün haliyle- alıntıladığım “Mutfak şiirleri”nde Refibeyli, mutfak sorumluluklarının az yazmasında etkili olduğunu duyurtmak ister gibi gelir okuyucuya. Oysa, onu yazma konusunda kısıtlayan ne maişet kaygısı olmuştur, ne de mutfağın duvarları. Sonuçta “halk düşmanı” olarak damgalanmış bir ailenin kızıdır, iç dünyasını olduğu gibi dışavuramaz; üstelik, sansür mütfettişlerinin kol gezdiği bir ortamda imgelerini bile serbestçe üretemez. Anna Ahmetova kocasının ve oğlunun öldürülmesini yaşamış, geriye kalan ömrü boyunca tuttuğu yasıyla da mısraları bir tür dokunulmazlık kazanmıştır; ne kadar olabildiyse. Refibeyli’nin ise, Azeri eleştirmen Rafael Hüseyinov’un ifade ettiği gibi, nice şiirinden vazgeçerek oğlunu ve kocasını koruduğu söylenilebilir. (Nigar Refibeyli, Bahar Nağmesi, sf.21, Ötüken; 2006.)

Şair Hüseyin Cavid’in eşi Meşkinaz Hanım’ın vefatı üzerine yazdığı şiirde Refibeyli, yazamadığı nice mısrayı sahiplendiğini gösteren bir iç rahatlığı içinde görünür. “Meşkinez Hanım’ın Aziz Hatırasına” başlıklı şiirden birkaç mısra okuyalım şimdi:

Kalbi bala dağlı bir ana gitti,

Ağır töhmet koyup devrana gitti

Niye aktı niye, günahsız kanlar

Niye sustu niye, soğuk vicdanlar?

Asrın cinayeti açılmayacak

Tarih gizleyecek varaklarında,

Cevap vermeyecek nâhak kanlara

Cevap vermeyecek o devranlara

 vicdanında kalır bu leke

Adsız  şehitlerin dökülen kanı

Soğuk vicdanları ayıltır belki

Ayıltır kanlara batan dünyayı... (Kasım-Aralık 1976) 

Nigar Hanım’ın bu şiirinde kendine koyduğu sansürü aştığı açıktır. Şiirin yayınlandığı 1976’da henüz Hüseyin Cavid’e itibarı iade edilmiş değildi; ortam hâlâ pusluydu, “halk düşmanı” yaftası bir tehdit olarak yazarları ve sanatçıları sınırlamaya devam ediyordu. Cavid’in itibarı 1982’de, Haydar Aliyev’in çabalarıyla iade edilecek ve Sibirya buzullarından çözülen kemikleri Nahçivan’daki türbesinde defnedilecekti.

Ahmetova, Refibeyli; gidenlerin arkasında duran kadınlar, sevdikleri insanların, oğullarının babalarının dönmemek üzere gidişini izlerken, geride kalmanın keyfini sürmeye hiç de hevesli olmadıklarını mısralarıyla anlattılar bize. Onların bekleyişi, yuvalarından koparılanların mekânlarını ve isimlerini haysiyetli bir şekilde korumanın da şiiridir. Bazen giden bir kereliğine gitmiş olur, Sibirya gibi bir yere bile; kalan ise her gün gider, her günü gelecek kötü habere uyandıran bir kâbusla karşılar. Birileri için gitme vakti gelmişken, kimileri orada durup ocağı korumalıdır. Kim daha fazla acı çekti, hangisi vazgeçti düşlerinden (ilkelerinden) ve düzene uydu, kimin yola çıkış gerekçesi hangi ölçüye göre daha haklı; uzaktan bakan, bir mesafeyle gören ve kalpten sökülen kelimelerle örülen mısraları sadece “edebiyat” olarak tanımlayan, nasıl bilebilir?