ABD Başkanı Barack Hussein Obama, Türkiye'yi ziyaret ediyor. Bu ziyaretin yeni Amerikan yönetiminin Türkiye ile ilişkilere ve Türkiye'de demokrasinin güçlenmesine verdiği önemin bir işareti olduğuna hiç kuşku yok.
Obama'nın TBMM'de yaptığı konuşma, bunun en açık ifadesi. Bir ABD başkanının, göreve gelmesinden sonraki ilk üç ay içinde, hem de "Avrupa gezisinde son durak" olarak Türkiye'ye gelmesine ilk kez tanık olunuyor. Obama ziyaretinin, Birleşmiş Milletler örgütünün Türkiye ve İspanya eşbaşkanlığındaki "Medeniyetler İttifakı" girişimine rastlamasının da bir anlamı var. Zira Obama'nın kendisine koyduğu hedeflerden biri de, ABD ile İslam dünyası arasında Bush döneminde yıkılan köprüleri onarmak ve ilişkilere "saygı dilini" hakim kılmak.
Türk–Amerikan ilişkilerinde yepyeni bir dönemin başlangıcında olduğumuz muhakkak. Başbakan Erdoğan'ın dış politika başdanışmanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun ifadesiyle, Obama'nın ve Türkiye'nin dış politika tercih ve öncelikleri tamamen örtüşüyor. Ben Obama'nın, şahsen, Türkiye'nin Danimarka Başbakanı Anders Fogh Rasmussen'in NATO genel sekreterliğine getirilmesine yaptığı itirazları haksız bulduğunu da sanmıyorum. Rasmussen, Transatlantik ittifakını güçlendirmek, Amerikan politikalarına AB'nin desteğini sağlamak arayışında olan Obama'nın ses çıkarmadığı bir tercih olarak görülebilir. Anlaşıldığı kadarıyla Rasmussen, hem AB üyesi bir ülkeden gelen, hem de öteki adaylar kadar Rusya'yı öfkelendirmeyecek tek aday olarak, Alman Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Başkanı Nicolas Sarkozy'nin bastırmasıyla seçildi. Bu ikilinin, Rasmussen'in İslam ülkelerinde olumsuz karşılanacak biri olmasını ve Türkiye'nin itirazlarını hiç hesaba katmadıkları açıkça görüldü. Rasmussen'in NATO'nun başına getirilmesini Alman meslektaşım, Die Zeit'in İstanbul temsilcisi Michael Thumann'ın deyişiyle "George W. Bush'un intikamı" olarak görmek de mümkün. Zira Rasmussen, Bush'un o zamanki Britanya Başbakanı Tony Blair'den sonra gelen, iki numaralı yardakçısı idi.
Danimarka'da yayımlanan İslam düşmanı karikatürleri, ifade özgürlüğü olarak savunan ve İslam dünyasında en çok Bush kadar sevilen Rasmussen'in, NATO genel sekreteri olur olmaz kendini, bütün amacı Bush yönetiminin İslam dünyası ile Batı arasında yol açtığı (en hafif ifadeyle) karşılıklı anlayışsızlığı tamir amacını taşıyan "Medeniyetler İttifakı" toplantısına katılmak zorunda hissetmesi çok ironik bir durum oldu. Rasmussen'in dün İstanbul'da yaptığı konuşmada, 2006'da yaşanan karikatür krizinden bu yana görüşlerinde hiçbir değişiklik olmadığını söylemesi, en küçük bir yatıştırıcı laf etme ihtiyacını duymaması da, herhalde bu zatın niteliğinin bir ölçüsü.
Rasmussen vakasında beni en çok şaşırtan, AB Komisyonu'nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn'in, Helsinki'de alelacele ortaya çıkıp, Türkiye'nin "çok beğenilen" Rasmussen'i desteklememekle hata yaptığını, "bu durumda AB üyesi ülkeler ve AB vatandaşları ifade özgürlüğü gibi konularda Türkiye'nin uyum düzeyini sorgulayacakları"ndan, Ankara'nın tavrının Türkiye–AB ilişkilerini olumsuz etkileyeceğinden söz etmesi... Bana göre bu, tam bir münasebetsizlikti. Cumhurbaşkanı Gül, gerek Merkel'e, gerekse Rehn'e AB ile NATO'yu birbirine karıştırdıklarını hatırlatmakta yerden göğe haklıydı.
Ankara, Rasmussen'in NATO için çok yanlış bir tercih olduğu gerçeğini dünya kamuoyu nezdinde kayda geçirdiği için teselli bulabilir. Bu arada Ankara'nın, vetosunu kullanmama karşılığında AB'nin savunma örgütüne (Avrupa Savunma Ajansı) taraf olma ve NATO genel sekreter yardımcılıklarından birine bir Türk'ün atanması vaatlerini aldığı belirtiliyor. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı açıkça mücadele veren Fransa'nın, Rasmussen krizinin gölgesinde sessiz sedasız NATO'nun Savunma Planlama Komitesi'ne (DPC), yani askerî kanadına dönmüş olduğu da kayda değer bir gelişme. Buna karşılık Türkiye'nin Fransa'dan Avrupa Jandarma Kuvveti'ne (EGF) katılma tavizini kopardığı anlaşılıyor.
Kaynak: Zaman