Provokasyon kültürü

BDP'yi destekleyen kesimlere bir miting, "provokasyon" ihtimali öne sürülerek çok görüldüğü için Diyarbakır "cehenneme" döndü geçtiğimiz Cumartesi günü. Orası Diyarbakır, nelere sahne olacağı kestirilemez bir şehir değil. Sürekli kan akan, canların yere serilmesine sahne olan, zindanlarından işkence sesleri yükselen şehir imgesinin değişmesini istemeyen kim?

Yorgun, yaralı, sürekli yeni kurgularla bir güç savaşına meydan olmaya zorlanan güzel Diyarbakır... Bu kadar yaralı olduğu halde örselenmesi süren başka bir şehir olabilir mi? İki yıl kadar önce "Diyarbakır'da ne oldu?" diye, benzeri sorular etrafında dönenen  bir yazı yazmıştım Özgün Duruş'a. İstikrarlı bir şekilde kan, gözyaşı ve gözaltılarla da düşmanlık ifadeleri tekrarlanıyor; üstelik Ramazan  eşiğinde. Sanki içinde, etrafında yaşayanlar için bile Diyarbakır bilinmez katmanlarıyla  bu ülkedeki şiddet dozunu garanti altında tutmak üzere derinden kurgulanmaya devam ediyor, bünyesinde kökleşmiş işkencehanesi nedeniyle. Üstelik yine umutlanmaya başlamıştı barıştan yana insanlar, Leyla Zana'nın açıklamalarının ardından. Yasaklanan miting bir diğer kadın milletvekilinin, Pervin Buldan'nın yaralanmasıyla, süreci geri döndüren sahnelerle belleklere kazındı.

BDP mitingine, provokasyona açık olacağı için izin verilmedi. O takdirde yaşanacak sahnelerin öngörülmesi gerekmez miydi bunca tecrübenin ardından?

Birkaç yıl önce dönemin Diyarbakır valisinin OHAL üzerine konuşurken, "coptan başka enstrüman tanımayanların devri geçti" dediğini hatırlıyorum. Birileri Diyarbakır'a acımıyor, onu hep kan deryası içinde tutmak istiyor. Osman Baydemir'in iyi niyeti ve çabalarını aşan bir savaş talebi var örgütün, hükümet ise bu talebi işlevsiz kılacak politikalar üretmeye gönül indirmek istemediği izlenimi veriyor.

Diyarbakır güç savaşlarının arenası, mazlum şehir. Keşke hükümet  adaletli, aynı zamanda da şefkatli olabilse bu şehirle, şehir halkıyla ilişkilerinde; ama maalesef  hükümet demek güç demek şeklinde bir telakki hâkim her yere, siyasete, topluma. Muhaliflerini bile kuşatırken tüketen bir telakki, çünkü en ihtiyaç duyulan yer ve zamanda şefkatini kısmaya kendini mecbur eden gücün öncelikle kendisini zehirlemeye başlaması kaçınılmaz.

* ****

Tahran'da geçen hafta uluslararası bir kadın toplantısı düzenlendi. "Müslüman kadının uyanışı" gibi bir başlığı olan bir toplantı; yüzlerce katılımcı var.  Türkiye'den gelen katılımcı arkadaşlarla görüşmek, onlarla vakit geçirmek üzere bir akşam İstiklal Otel'e gittim. Hilal Kaplan, Yıldız Ramazanoğlu ve Ayça Örer'i otelden çıkartmak için görevlileri ikna etmem hiç kolay olmadı. Olağanüstü sıkı koruma tedbirleri elbette bir açıdan katılımcıların güvenliği için gerekli. Ancak bir gazeteciyi uluslararası bir toplantıya davet ediyorsanız, onun şehre çıkıp dolaşmak isteyeceğini de hesaba katmalı, güvenlik tedbirlerinizi de gazetecinin kendini rahat hissedeceği bir üslupla sağlamalısınız. Kaldı ki toplantı "Müslüman kadının uyanışı..." gibi görkemli bir atıf içeriyor.  Davetli gazetecinin kendi inisiyatifiyle sokakları adımlamak isteyebileceği niye öngörülmüyor... Herhangi bir katılımcı bunu hemen, yabancı gazeteciyi sokağın seslerinden yalıtma niyetine bağlayabiliyor. Ayaküstü Afganistan'dan gelen bir delege olan Azize Hayrendiş'le sohbet ettik. Organizasyon konusunda hayal kırıklığı yaşadığını belirtti.

İstiklal Oteli, Hakan Albayrak'ın tanımıyla  dünyanın dört bir tarafından gelen Müslüman kadınları "Bismillah Otel" seviyesinde bir toplanma başarısını steril olmaktan önce söyleşmeye açılarak  sağlayabilirdi.

Oteldeki görevliler sonuçta bir organizasyonun parçası olarak  kendilerinden beklenileni yapıyorlar. Alınan olağanüstü önlemler de nihayet aynı endişeyle izah ediliyor: Provokasyon mümkün. Bunun açıklaması şöyle: İran'ı olağanüstü zorlayan siyasal baskılar, uluslararası toplantıya uzanan bir elle başka türlü bir biçim kazanabilir.

Yeni bir söz arayışı, farklı bir açıklama, Müslüman kadınların uyanışı üzerine otuz sene öncekilerin bile gerisine gitmeyecek değerde tespit ve öneriler, değerli fikir alışverişleri... Faaliyet olsun diye toplanılmadığını anlatan bir hakiki sebep ve amaç açılımı... Bir katılımcının,  Ashabı-Uhdud'un yazarı Zehra Rahnerverd'in toplantıda bulunacağını umduğunu söylediğini duydum. Fikirler çarpışırken ortaya çıkan sesler provokasyona değil, hakikate açılır. Ne var ki işte bu şekilde "kapalı tutma" eğilimiyle çok değerli tanışma ve paylaşmalara zemin olabilecek bir iletişim ortamı içeriğinden boşaltılırken, provokasyona açık bir yapı olmaya karşı bünyesel bir güç kazanmış olmuyor. Tersine, provokatif odaklar için açık söyleşiler ve olabildiğine geniş bir katılımın gerçekleştiği ortamlar hiç de ideal eylem alanları sayılmazlar.

*** * ***

Coplu, panzerli, biber gazlı Diyarbakır sahneleri aklıma Macbeth'in bir savaş meydanının kenarında odun toplayan üç cadısının söyleşisini getiriyor: "İyi kötüdür kötü de iyi, siste pis havada buluşalım!"

İyi ve kötü konusunda karar verilemezliğin de hasılasıdır provokatif niyetler. Her şey aynı kapıya nasıl çıkar?  Değişmeyen tek gerçek, açık örtük örgütler için de geçerli hükmetme arzusu.  "Hepimizden mikrofaşistler yapan" kaygılardan söz ediyor Deleuze. Müslüman toplumların geleneğinde bulunan "seddi zerai" telakkisinin Müslüman zihnin provokasyon söylemini kolaylıkla içselleştirmesine yapmış olduğu bir katkı var mıdır, bilmek isterdim. Çünkü "provokasyon" kavramı, sol ve kemalist kesimlerde yaygın tınısıyla kullanıldığı ölçüde, sorgulanmaktan uzak.

Barışı tehdit eden provokatif, her yoruma açık tutulan kapalı bir sima.

Leyla Zana "Erdoğan çözer" demişken, Aysel Tuğluk'un "Erdoğan çözemez" cevabına uyarlandı,  her zaman"güzelim" şeklinde içimden yükselen nitelemeden uzak durması için, çatışma sahnesine dönüşen Diyarbakır. Buna karşılık Ergenekon etrafında Mehmet Ağar'a imtiyazlar sunan sıradan vatandaşa malum olmayan sebeplerin provokasyonundan söz etmeden  geçilebilir mi...

"Provokasyon" kelimesi kastettiği bütün anlamlarla birlikte çözüm arayışlarının önünü kesen kanlı bir tıkaç. Haklı olanın, salih niyetlerle yola çıkanın adımlarını da lemeyi haiz bir yetkesi var. 1980 ve 1990'larda başörtüsü yasağı üzerine en küçük bir toplaşmanın içinde bulunanlar, provokasyon kelimesinin bir eylemi sabote için nasıl fütursuzca ortalığa sürüldüğünü iyi bilirler. Herhangi biri, özellikle siyah çarşaflı uzun boylu kişi, çarşafta kendini gizleyen  bir provokatör erkek, bir kökü dışarıda hain olabilirdi; hem laikler hem de muahafazakârlar açısından. Bunun bir adım sonrası çarşafın, daha yaygın olarak ise "türban"ın başlı başına provokatif simge halinde belleklere kazınması... Öyle ki siyasal anlamda provokatif simge, süreç içinde bu kez toplumsal ya da kültürel okumalar bağlamında "provokatif" olarak anılmaya başlandı.

Oysa provokatif durum, tam da "faili" bütün apaçıklığına karşılık "meçhul" bırakan ve iyiyle kötüyü eşitleyen bir siyasallığın gelişmesine izin verdiği sahtelikler, cadılar bayramına lâyık "sisli, pis havalar"  demetinin bir parçası.

"Provokasyon" kavramı giderek bizzat bir tedhiş kaynağına dönüştü artık. "Provokatif" kelimesine hak ettiğinden fazla anlam yüklemeyi seven bir toplum olduk.  O provoke ediyor, bu provoke edebilir... İyi de niye ve hangi sebeplerle provokasyonlara gelmeyecek güçlü bir bünye edinemediğimizi sorgulamıyoruz acaba...