Politik durumu yerine koymak


 
Yaygın ve yoğun etkileri gözetildiğinde, ister beğenelim ister beğenmeyelim, yakın tarihin en önemli düşünürünün Karl Marx olduğunu teslim etmek hakkaniyet gereği olsa gerektir.   
 
Karl Marx'ın en önemli saptamalarından birisi de, politikaya ilişkin temellendirmesiyle ilişkilidir. Marx, politikayı, üretim ilişkilerinin basit bir fonksiyonu olarak görüyordu. Politika, Marx'a göre üretim ilişkilerinin yansımasından başka bir şey değildi. Üretim ilişkilerindeki değişmeler, kaçınılmaz olarak politik ilişkileri de biçimlendirecekti. Bu bakış politikayı bir belirlenen olarak değerlendirmektedir. Nitekim Marx'a göre politika bir üst-yapı kurumudur.

Bu ilişkilendirme zaman içinde mekanik bir basitlemeye dönüştü. İkinci elden Marx'ın düşüncelerini okuyanlar, politika denildiği zaman hemen, onu abartmamak gerektiğini, özde ekonomiye bakmak gerektiğini, politikanın ya da başta devlet olmak üzere onun kurumlarının, eşitsiz ekonomik ilişkilerin bekçiliğini yapan kurumlar olduğunu, ekonomik ilişkiler değişmedikten sonra politik olarak eylenen hiçbir şeyin bir anlamı olmayacağını adeta otomatiğe bağlanmış gibi söylerdi. Politik mücadelenin sadece ekonomik anlamdaki eşitsiz ilişkiler tasfiye edilinceye kadar geçerli olacağını, bu sağlandıktan sonra ise politikaya duyulan ihtiyacın ortadan kalkacağını eklemeyi de ihmal etmezlerdi. Marx'ın politikayı ikinci mevkiye oturtan yaklaşımı kendi dönemselliği içinde anlaşılabilirdir. Gerçekten de yaşadığı dönemde, özellikle ustası Hegel'den mülhem olan çevrelerde, politika ve devlet o denli fetişleştiriliyordu ki, Marx, bu fetişleştirmenin etkilerini bertaraf etmek için politika ve devleti düşünsel anlamda bir tenzil-i rütbeye uğratmanın gereğine inanmıştı.

Gelişmeler ise kendi mücadelesinin kaba bir politik çizgide takılı kalmasıyla sonuçlandı. Sovyet ihtilalinden Çin ihtilaline, Latin Amerika'daki mücadelelerden Güneydoğu Asya'da olup bitenlere varıncaya kadar, Marksizm'in tarihi yoğun bir politik mücadele tarihidir. Sonuçları da olanca keskinliğiyle politik olmuştur. Sovyet ve Çin tecrübesi katı bir devletçilikten başka ne üretti? Çelişki çok açıktır. Teorik donanımı itibarıyla politik durumun tasfiyesini hedefleyen bir hareketin alabildiğine politikleşmesidir bu.

Sağ temelli bir Hegel okumasının üzerinden politik kutsallaştırmaların ve özellikle de devlet fetişizminin hakim bir kültür haline geldiği ortamda, bir büyü bozumuna gitmek anlamlıdır. Ama bu büyü bozumunun aceleye getirildiği ve basitlemelerle yürütüldüğü çok açıktır. Bu basitlemelerin yol açtığı boşluklarda yükseldi Stalin'in sözüm ona ''sosyalist'' devleti. Neo-Marksistler arasında bu boşluğu okuyan Gramsci ve Poulantzas gibi düşünürler çıkmadı değil. Onlar Marksist teorinin politik anlamdaki kofluğunu gördüler ve bu durumu izale edici arayışlara girdiler.

Kültür'ü politik alana alternatif olarak tanımlama

Politik durumun ve devletin fetişleştirilmesi büyük ölçüde geleneksel anlamda politik sağ'ın ve muhafazakârlığın işidir. Bu fetişleştirmeyi çok da ahlaki bir tutarlılık içinde yaptıkları söylenemez. Nitekim şaşırtıcı olan yine sağ ya da muhafazakâr çevrelerde yer yer açığa çıkan bir politika eleştirisinin varlığıdır. Bazı muhafazakâr düşünürler politik mücadeleyi ve kazanımları küçümseyen hatta lanetleyen bir söylemle karşımıza çıkabiliyor. Politik kurumlar karşısında topluluğun öncelikli kılınması gibi Fichteci bir özelliğe sahip. Burada esas alınan her türlü çeşitliliklerinden arındırılmış, mütecanis ve organik mahiyette bir topluluk anlayışıdır. Topluluğu politika-öncesi değerleriyle birlikte öncelikli kılmak, niyet ya da murad edilen bu olmasa da son tahlilde pratikte politik bir sonuç veriyor. Organik kurumlar karşısında organik bir topluluktan yana tercihte bulunmak, trenin içinde onun istikametinin tersine koşmak gibi bir şey. Organik olan devlet nihayetinde kendisine sadakati mutlak olan organik bir politik toplum istiyor. Muhafazakâr düşünürler, seçmeci yakınlıklar üzerinden devşirdikleri malzemeyi, incelikli edebi düşünsel bir kimya ile damıtıyor; kesif bir ahlaki estetizasyondan geçiriyorlar. Bu tarihselliği tartışmalı bir biçimde tezahür eden "kültür" kavramına ulaştırıyor bizi. Ama bu durum bir yanılsama yaratıyor. Kültürü politik olana alternatif bir alan olarak tanımlamak organik kaldığı nispette bir alternatif yaratmıyor, son tahlilde politik ilişkilere eklemlenip kurumları güçlendiren bir işlev görüyor. Doğrusu muhafazakârlığın bu açık paradoksuna rağmen yer yer ortaya çıkan politikanın dışında bazı alanların olabileceğine dair vurgularının yine de önemli bir uyarıcı olduğunu düşünüyorum.

Politik tarih özellikle de modernliğin seyri içinde çekiciliğini kaybediyor. II. Genel Savaş'ın ardından bu soğumayı berrak bir şekilde izleyebiliyoruz. Bir "19. yüzyıl-20. yüzyıl" kıyaslaması durumu anlamamızı kolaylaştırır. 19. yüzyıl, hangi ideolojik açıdan bakarsak bakalım, büyük umutların yüzyılıdır. Bu umut patlaması, politik tarihte o güne kadar görülmediği ölçüde politikaya katılımın önündeki engellerin birer birer çökertildiğine tanıklık etmemizi sağlıyor. Bu yüzyılın bireyleri dedelerinin ve atalarının tersine artık politikaya müdahildir. Politik etkinlik duygusu had safhada gözükmektedir. Dünyanın kurtuluşu -kurtuluşun nasıl tasvir edildiği hiç önemli değildir- kapıdadır. Politik kamusallık, artık kadim dünyadaki dar kalıplarını kırmakta, açılan gediklerden politik kamuoyları olarak selamlanan toplumsallıklar içeriye sökün etmektedir. Shakespeare, Hamlet'i bir yerde şöyle konuşturur: "Danimarka bir zindandır".. Bu bir bakıma yüz yıllar boyu süren kurumsal nitelikli bir politik tarihin kokuşmuşluğunu anlatan etkili bir tiraddır. Oysa modern dünyada politik durum toplumsal bir mahiyet kazanacak ve tarihsel kirlerinden arındırılacaktır. Bu da politika ile erdem arasında kurulan antik bir ilişkilendirmenin yerleşik etkileriyle açıklanabilir. Mesela Aristo, politik hali içinde insanın kendisini gerçekleştireceği en mükemmel ortamı bulduğunu söylüyordu. O devirlerde özgür yurttaşların sayısı sınırlıydı ve politik tecrübe site nüfusunun sadece çok sınırlı sayıdaki özgür yurttaşı için geçerliydi. Ama 19. yüzyılda durum değişmiş eşitlik temelinde yaygın bir katılımın önü açılmaktaydı. Bu da beklentilerin ne için bu denli iyimser olduğunu anlatıyor.

19. yüzyılın politik katılımı kamçılayan mutantan gelişmeleri daha dikkatli olarak okunduğunda durumun hiç de öyle olmadığı görülecektir. Politik etkinlik duygusunun aslında nasıl bir görüntü olduğunu ve daha derinlerde nasıl bir etkinsizlik duygusuna dönüştüğünü Richard Sennett, ünlü eseri "Ten ve Taş"ta çok çarpıcı analizlerle ortaya koyar. Jean Baudrillard'ın "Sessiz Yığınları" ne gariptir ki, tarih sahnesine çok gösterişli ve gürültülü bir şekilde çıktı. Bu gürültüler kısa zamanda savaşın gürültülerine karıştı. İki büyük savaş insanlara öyle şeyler yaşattı ki, 19. yüzyılda zihinlere egemen olan iyimserlik bir anda çöktü. Bunun yerini aynı yaygınlık ve yoğunluktaki bir kötümserlik aldı. Birinci Genel Savaş'ın şafağında Spartakist Hareket'in yenilgisi ilk kırılma (bana kalırsa en önemlisidir) noktasıydı. 1930'lardaki İspanya İç Savaşı'nda yaşanan yenilgi ise başka bir travma oldu. Nihayet entelektüel dünya, 1945'ten sonra 19. yüzyıl entelektüelleri arasında yaygın bir beklentinin konusu olan politika-etik bağının artık geçersiz olduğuna hükmeden, etkili edebiyatlarla işlenen hazin bir moralizmin külliyatını bıraktı.

Devletler toplumlaştı; toplumlar da devletleşti

Katılım kazandı; ama etkinlik duygusu kaybetti. Etkinlik duygusundan arınmış bir katılım, çok doğaldır ki zaman içinde rutinleşti. Keynesyen yeniden-dağıtım süreçleri bunun tarihsel karşılığıdır. Bu arada politik romantizm dar bir gençlik hareketinde varlığını sürdürdü. Meşhur 68 kuşağı bu romantizmin son trajik evresidir. Ama hiçbir büyük sendika, hatta parti onları desteklemedi. Latin Amerika ya da Uzak Asya gibi "ateşin düştüğü yeri yaktığı" coğrafyalarla kurdukları gönül bağı ise poster ve pankartlarla sınırlı kaldı; plastik bir nitelik taşımaktan öteye gitmedi. Politik katılım, politika-kitle bağını doğurdu. Bir diğer önemli sorun da budur. Başta Alexis De Tocqueville, Benjamin Constant, James Mill, John Stuart Mill olmak üzere 19. yüzyılın liberalleri bunun ne denli büyük bir tahribat doğuracağını erken kavramışlardı. Gustave Le Bon, Ortega Y Gasset, Santayana gibi farklı meşreplerden olan bir düşünür kuşağı da bu kaygılarda onları izledi. Marx'ın mirasını işleyen, Adorno ve Horkheimer gibi Frankfurt Okulu mensupları da benzer bir duyarlılığı dile getiriyorlardı. Politik katılımın artmasının mutlak surette politik tarihin kirlerinden arındırılmasına vesile teşkil eden bir gelişme olmadığı, kitlenin özellikle kültürel vasatlarda beklenmedik manipülasyonlara açık olduğu en dikkat çekici 20. yüzyıl derslerinden birisi olsa gerekir.

Politik katılım pek çok yerde politik kurumların gücünü artıran bir işlev görmüştür. Politik müesseseler, yüksek teknolojinin de desteğini sağlayarak, kitleleri nasıl manipüle edeceklerini kısa zamanda öğrendi. Modern politik tarihin pratikleri içinde Habermas'ın çok önemli bulduğum kavramlaştırmasıyla "devletler biraz toplumlaştı"; "toplumlar da bir o kadar devletleşti". Etkinlik duygusu üzerinde yükselen, antikiteden yankılanan politika-etik bağını gözeten; dünyayı değiştirmeye ve daha insani kılmaya dönük bir katılımın yerini faydacılığın yönlendirdiği bir pazarlıklar ağı aldı. Politik olarak elde edilebileceklerini alanların politik iddialarını sürdürdüğü ender görülüyor. Bu nedret hali daha çok entelektüellerle sınırlı. Katılımın kitlesel aktörleri bu işin içinde yok.

Politika-etik bağını inandırıcı olmaktan çıkaran bir başka husus ise uluslararası politikada vahşi, eşitsiz, dayatmacı ilişkilerin alabildiğine sürmesidir. Tanımlanmış ve yaygın kabul gördüğünü varsayacağımız politik değerlerin uluslararası ilişkilerde ya yeri yok; ya da bu değerlerin tek-taraflı yorumları var. Bu tek-taraflı yorumlar ise sözünü ettiğimiz değerlerin aşınmasına ve inandırıcılığını yitirmesine yarıyor.

Politikadan soğuma ya da politikaya karşı ilgisizlik bir şikâyet konusu. İnsanların politikaya karşı ilgisini arttırmak için iyi niyetli projeler üretiliyor. Keynes-sonrası ekonomi-politik dünyada bunun anlamlı bir sonuç vereceğini sanmıyorum. Bunun nedeni ise yeni kültürel ağların yaygınlığı ve niteliği ile ilişkili olsa gerektir. Politik erdem, antik feylosofların ortaya koyduğu ve bugüne kadar yaygın kabul gördüğü üzere, insan teklerinin yurttaşlaşarak zihinsel ve ruhsal olarak dünyasal ölçekte tarihsel durumlara müdahil olmasını imler. Yani yerellik politikanın doğasında yabancılanan bir durumdur. Refah devleti çekilip -bunu onun güçlenmesi olarak okuyorum- pek çok alanı "sivil toplum"a bırakırken yerellik baskın bir politik erdem olarak kutlandı. Onun somutluğu politik ilginin yeniden uyarılmasında bir işlev görebilir mi? Yerelliğin estetizasyonu -yer yer fetişizmi- buna elverecek gözükmüyor. "Yerelden evrensele" mottosu kof bir motto. Ortaya karşılığı sadece tüketim örüntülerinde olan tuhaf bir eklektizm çıkarıyor. Öte yandan yeni iletişim teknolojisi içinde tecrübe edilen dünyasallık bizatihi politik değil. Politik etkinliğin ısrarlı taşıyıcıları bu ağ içinde seslerini duyurmaya çalışıyorlar, ama yeni iletişim teknolojisinin öyle karmaşık bir kakofonisi var ki, onun içinde politik etkinlik duygusunun baskın bir ses haline gelmesini ve yaygınlaşmasını boşuna bekleriz. Yeni kültürel ağların kendilerine özgü bir akışkanlık dinamiği var. Yüksek yoğunluklu haber, düşük yoğunluklu bilgi ve eylemsizlik üçgeninde devr-i daim halinde. Bu akışkanlık dinamiği içinde tutunmak ve politik ilgi ve eylemin sürdürülebilirliği neredeyse imkansız. Politika ahkam-asrın içinde uçuculaşan bir eriyik. Bunun yerini ne alabilir? Bu da savsaklanması ağır maliyetler doğurmaya aday bir 21. yüzyıl ev ödevi.
 

 

Kaynak: Zaman