Perşembenin gelişi...


 
 
2 Mayıs tarihli gazetelerde bir önceki günün Taksim Meydanı'nın fotoğrafına bakıyorum. Meydanı çok güzel bulanlar olacak. Az insan, az araba, rengarenk çiçekler, sessiz, sakin. 
 
 
 
Bir kenarında komandolar. Bir atasözü ve bir fıkra geliyor aklıma: Pire için yorganı yakmak, 'anahtarı bendedir'. Ne pireyi yok etmenin sevincini paylaşabiliyorum bir türlü, ne de denizin dibindeki sandığın anahtarına sahip olmanın sevincini. Buna Pirus zaferi de derler. Birkaç tane daha böyle zaferle iç çatışmayı tam sağlarız. Bravo diyemiyor insan arbede sonunda galip gelen tarafa. İktidar kudretini kanıtladı ama çocuğunu tokatlayıp evden kovan otoriter, artık çocuksuz kalan baba misali. Taksim Meydanı bir hüzün alanı, acıklı bir hikâye, acılı bir yalnızlık içinde bana göre.

Bu iktidar herhalde demokratik anlayışın odağı sayılamaz. Kudretini gösterdi kuşkusuz ama yanlış yönde. Bunca polisi ve komandoyu Taksim'e yığdıktan sonra gösteriye izin verseydi zaten meydanda taşkınlık olanaksız olurdu. Bayram meydanda kutlansaydı İstanbul'un geri kalanı rahat ederdi. Yüzlerce göz yaşartıcı bomba atılmaz, sudan ve boyadan tasarruf edilir, yüzlerce tutuklama olmaz, vapurların, metronun vb. trafiği aksamaz, dükkânlar açık kalır, insanlar dayak yemezdi. Bir tek Taksim sakindi, kentin geri kalanı er meydanı. Ünlü paradoksal lafları hep hatırlarız: Halk plajlara üşüşüyor vatandaş denize giremiyor, okullar olmasa eğitim bakanlığı çok başarılı olacak. Bir yenisi var şimdi: Bin küsur göz yaşartıcı bomba atar, kentte sükûneti ve huzuru sağlarsın.

Ama neden oluyor bunlar? Yöneticiler neden uzlaşamıyor, gerektiğinde bir geri adım atamıyor? Bir eleştiriyi duymazlıktan gelemiyor? 'Pişkinlikle' bir karikatürü görmezlikten gelemiyor? Otoriter baba misali neden sonra pişman olacağı davranışı yapıveriyor? 'Pervasız' bir söz ediveriyor, 'alttan alacağına'. Neden yasanın (iktidar olmanın ve güçlü olmanın) sağladığı hakkı ille de sonuna kadar kullanmak istiyor? Ve tabii bunu yalnız iktidar yapmıyor, muhalefet de, sendikalar da, yargı da, mahallede sıradan kimseler de yapıyor. Sanırım bu tür davranışlar kişileri aşan, toplumu kapsayan bir anlayışın sonucudur. Toplumdaki yaygın ve egemen değerlerle ilgili olmalı.

Başka ülkelerdeki insan ilişkileriyle kıyasladığımda, bana en çarpıcı gelen, Türkiye'de toplumsal değerlerdeki farklı hiyerarşik sıralamadır. 'Ayıp' kavramı öylesine önemli ki insanlar hiçbir ödünde bulunmak istemiyor. Zaten uzlaşma da 'ödün' sayılıyor. Geri adım atmak 'erkekliğimize yediremediğimiz' bir davranıştır. Zordan kaçmak 'pısmak'tır. Baskı altında görüş değiştirmek ise ölümden beter! Ayıp kavramı yüzünden kan davasında onlarca ölüm yaşanır. 'Böyle bir ayıpla' yaşamak istemeyenler öylesine çok ki. Kızımızın ayıbı öldürülmesinden fecidir. Bir olayı görmezlik gelmek 'korkaklık' sayılıyor. Olgunlukla geçiştirmeye de 'pişkinlik' diyerek 'olgunluğu' çok ayıp bir davranışa dönüştürüyoruz. Bükemediğin eli öpmek ise pragmatik yararlı bir taktik gibi değil, köle gibi boyun eğmek olarak algılanıyor. Başbakan Yardımcısı Şahin'in 'Devlet meydan okutmaz' sözü anlamlı. Israrı 'meydan okumak' sayıyor, ve tabii artık meydan okumaya boyun eğmek de olanaksız oluyor - 'ölürüm de boyun eğmem', demek mahallede işin şanındandır.

Bu 'ayıp-adına-yorganı-yakma' yaklaşımının berisinde (sembolik) bir ahlak anlayışı yatıyor herhalde. İnsanlar neden 'bu biçimde' onurlu? Neden birçok olayı 'ayıp' ve 'küçültücü' sayıyor, bunlarla yaşayamıyor ve bu uğurda kişisel zararı ve hatta yıkımı da göze alıyor? Başka ülkelerde konu olmayacak bir eleştiri neden 'hakaret' ve 'küfür' oluyor ve hazmedilemiyor? Yıllarca önce Türkiye ve Yunanistan'da aynı küfür ve hakaretlere ne tür tepki verildiğini araştırmıştım. Gülüp geçilen lafların bile Türkiye'de çok tehlikeli tepkiler doğurduğu çıktı ortaya. Sesin yükselmesi bile, terbiyesizlik değil, saldırganlık ve hakaret sayılıyor. Söz kesmek de öyle. Sanırım bu tepkilerin bir kaynağı henüz birey olup kendi yargısına güvenemeyenlerin 'mahalle yargısının' karşısında ezik kalıp sürüklenmeleridir. Yani olay modernleşme ile doğrudan ilişkilidir. Çevrenin baskısına dayanamıyor 'bireyleşememiş' olanlar. Dar cemaat baskın çıkıyor. Yakınların 'ahlakı' kişinin somut çıkarına baskın çıkıyor.

Demokrasi, uyum, saygı, insan hakları, huzur, kardeşlik, barış lafları etmek kolaydır. Ama gerektiğinde geri adım atmak, duymazlıktan gelmek, sineye çekmek, 'mahalleden' gelecek ayıplamadan korkmamak ve eleştirilere açık olmak, 'erkeklik' kompleksini aşmak kolay değildir. Yani söz kolay, davranış zordur. Kimi zaman vurmak kolay, vurmamak zor olduğu gibi. Mahalleden utanmamak bir medeni cesaret işidir. Mahalle kabadayıları, hepimiz biliriz, canlarını riske sokarlar, ama 'şeref' saydıklarını asla. Ama ne yazık ki o 'şeref', o dar mahalle ortamının dışında pek geçerliliği yoktur. Mahalle çağdaş dünya da değildir. Dar bir mekândır. Bence bu dumanlı dönemde hükümet iktidarını ve gücünü seçmenine karşı değil, özde onu tanımayana karşı kanıtlamalıdır. Artık bir sonraki 1 Mayıs'a kadar birbirimizi ikna edemeden, birilerimiz kutlamayı Taksim'de gerçekleştirmeyerek bir faciadan döndüğümüzü, kimilerimiz de Taksim'de huzurlu bir kutlama yapma fırsatını kaçırdığımızı savunacak. Bu tartışmadan bir şey çıkmayacağı peşinen belli. Nasıl ki işin çıkmaza sürüklendiği perşembe gününün erken saatlerinde ilk taarruzla belli olmamıştı, geliş çarşambadan belliydi. Başın kim, ayağın kim olduğu konusunda şüpheler varmışçasına tepki gösteren yönetimin, böyle bir belirsizlik 'ayıbının' altında kalmak istemediği belli olmuştu. Polisin kabahati başka, siyasi iktidarın ise başkadır. Biri eğitim ve taktik sorunudur, öteki toplumu, kendini ve rolünü algılama sorunu. 1 Mayıs emek ve hele 'dayanışma' bayramınız, çok gecikmeli, kutlu olsun!
 
Kaynak: Zaman