Ali Bulaç
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün BM’de yaptığı konuşma kadının rolüne dönük kuvvetli göndermelerde bulundu. Şöyle diyor Gül: “Kadının güçlendirilmesi kendi başına bir hedef değildir. Aksine, bütün kalkınma hedeflerinin de merkezinde olan bir hedeftir. Kadının hak ettiği yeri almasına izin verilmeyen bir toplumda ekonomik ve sosyal kalkınma sürdürülebilir kılınamaz.”
Bize haberi veren Sedat Ergin, şunları yazıyor: “Kadının konumunun güçlendirilmesi, BM’nin yeni binyıl hedeflerinin gözden geçirildiği bu yılki toplantılarda çok geniş bir yer tutuyor. BM içindeki çalışmalarda, kadının rolü artık yalnızca bir eşitlik meselesi olarak ya da toplumsal gelişmedeki işlevselliği bağlamında görülmüyor. Aynı zamanda, kadının rolünün yükselmesiyle barışın güçlendirilmesi hedefi arasında doğrudan ilişki kuran kuvvetli bir içtihat da yerleşiyor. Bu noktada Türkiye’nin de siyasetçi, sivil toplum kuruluşları ve akademisyenler düzeyinde BM’de bu alanda yapılan çalışmalarda oldukça aktif bir rol oynadığını belirtmeliyiz. (Hürriyet, 22 Eylül 2010.)
12 Eylül halkoylaması öncesinde, “pozitif ayrımcılık” çerçevesinde yapılacak düzenlemelerin Anayasa’nın 10 maddesinde yer alan “erkek-kadın eşitliği aleyhine yorumlanamayacağı hükmü”yle ilgili eleştirel bir yazı yazdım. Bana muhafzakar-dindar çevrelerden ve en çok eski İslamcı erkek ve kadınlardan yapılan saldırılar karşısında utandım, ne kadar trajik bir durumda olduğumuzu bir kere daha üzülerek müşahede ettim. Kızım yaşındaki türbanlı feministlerin ‘derin düşünceler’e dalmadan ‘edep öğrenmeleri’ gerekir. Bir zamanlar birlikte İslamcı bir mücadeleyi yürüttüğümüzü düşündüğüm ve hala aklı başında olduklarına inanmak istedğim başörtülü hanımların daha mutedil, analitik, müzakereci bir üslup kullanmalarını beklerdim. Kimse konunun özüyle ilgili değildi, modern fakihlerimiz dahi ‘modern’ sıfatlarını bir kenara bırakıp ‘modern(ist)’ olma pahasına referanduma zarar getirir kaygısıyla konuyu geçiştirme yolunu seçtiler. Ben de eleştirimin, çeşitli polemiklere malzeme olup, özellikle referandumdan “hayır” çıkmasını isteyen çevrelerce suistimal edilebileceği endişesiyle konuyla ilgili düşüncelerimi 12 Eylül’den sonra yazma kararı almayı maslahata daha uygun buldum. Gelişmeler kaygılarımın yersiz olmadığını, Sayın Cumhurbaşkanı’ının BM’deki konuşması, küresel düzeyde ve önümüzdeki yüzyılı içine alacak şekilde bir projenin hayata geçirilmekte olduğunu, bu alanda Türkiye’nin İslam dünyasında öncülük yapma rolünü üstlendiğini gösteriyor.
Tabii ki bu konu hayli önemlidir. Gerek anayasal değişiklik, gerek BM’nin projesi, sadece şu veya bu faktörün etkisinde mağduriyetlere uğrayan kadının korunmasını öngörmekle kalmıyor, beşeriyetin tarihinde köklü bir dönüşümü öngörüyor. Modern fakihlerimizin bir bölümü de bu projeye destek verdiğine göre, önümüzdeki dönemde bu konu “İslam-içi bir tartışmanın da önemli maddesi” olacaktır. Esasında BM’nin küresel düzeyde bu projeyi hayata geçirebilmesinin önündeki dikkate değer engel, İslam dininin modern Batı telakkisinden farklı bir insan, erkek-kadın ilişkisine sahip olmasıdır. Bu “dini engel” aşılmadıkça küresel kapitalizmin bütün yeryüzü gezegenini düzenleme arzusu gerçekleşemez. Bu açıdan tartışma, kadın sorunu tartışması değildir, beşeriyetin önümüzdeki dönemde kendi tarihini tayin edeceği tutumuyla ilgilidir. Bu konuda son sözü ya modern Batı’nın motivasyonunu sağladığı küresel kapitalizm veya İslam dini söyleyecektir.
Gül, “Kadının güçlendirilmesinin kendi başına bir hedef” olmadığını, “Bütün kalkınma hedeflerinin de merkezinde olan bir hedef” olduğunu söylüyor. Bu, bizim öteden beri, kadının dün veya bugün uğradığı mağduriyetlerin birer meşrulaştırma, bir projeyi rasyonalize etme aracı olarak kullanıldığı yolundaki tezimizi teyid ediyor. İçine girilen mecrada hedeflenen masumca kadının mağduriyetinin telafi edilmesi değil –ki buna kim karşı çıkabilir-, insanın varlık yapısının dönüştürülmesidir; mağduriyetler ve haksızlıklar kadını ve genel olarak politik-idari karar merkezlerini ikna etmeye dönük birer araç olarak kullanılmaktadırlar.
Güncelden bakıp olup biteni anlamak kolay değildir. Büyük musibetlerin veya iyi yöndeki dönüşümlerin naif de olsa habercileri güncelde içkin olarak gözlerimizin önünde akıp gitmektedir. Müslümanların aklederken mü’min ferasetine sahip olmaları gerektiği izahtan varestedir. “Muhafazakalar”dan vazgectik, ama acaba yaşadıkları ülkede ve dünyada gözlerimizin önünden akıp giden fenomenler konusunda Müslümanlar yeterince feraset sahibi olup basiretle ve hikmetle mi hareket ediyorlar? Acaba en basitinden yeterince aklediliyorlar mı? Kadını ve erkeğiyle içine girdiğimiz bu sürecin bizi nereye götüreceğini iyi biliyor muyuz?
Bu soruların cevaplara konusunda yeterince emin olamayız. İslamiyet’i muhafzakarlıkla kirletmenin ne büyük bir trajedi olduğunu anlamadan bu soruların cevapları üzerinde düşünemeyiz. Kendilerinin herhangi bir inisiyatife sahip olmadan küresel bir projenin öngördüğü kontrollü değişimi temel politika şeklinde benimseyen muhafazakarların süreci anlamaları neredeyse imkansız gibidir. Muhafazakarlığın kirlettiği Müslümanlar da yazık ki, küresel kapitalizmin kuvvetle estirdiği liberal rüzgarın etkisinde sürüklenip duruyorlar, ellerine tutuşturulmuş görece ve kısmi iktidar nimetiyle avunurken, dünyayı avuçları içine alan imparatorların kendilerini nasıl suistimal ettiğinin farkında bile değiller. Olan beşeriyetin kaderini ilgilendiren köklü bir şeydir.
Jean Baudrillard bunu “modernliğin patladığı an” olarak tanımlar: “Her alandaki özgürlük patladı” diyor: “Politik özgürleşme, cinsel özgürleşme, üretici güçlerin özgürleşmesi, yıkıcı güçlerin özgürleşmesi; kadının, çocuğun, bilinçdışı itkilerin özgürleşmesi, sanatın özgürleşmesi…” Baudrillard’ın işaret ettiği, “Tabii ki İslam kadına büyük değer vermiştir” deyip, önlerine konan her projeyi gözü kapalı sahiplenenlerin naif düşüncelerinin çok ötesinde bir şeydir.