AB Komisyonu'nun Başkanı Jose Manuel Barroso ve Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn 10-12 Nisan arasında Türkiye'yi ziyaret ettiler.
Çok önceden programlanmış olan bu ziyaret, Türkiye'yi AB'den uzaklaştırma çabalarının AKP'yi kapatma davasıyla zirveye tırmandığı bir döneme rasladı. AB'nin uzun vadeli düşünen organı olan ve bu nedenle (başta Nicolas Sarkozy olmak üzere ancak burnunun ucunu görebilen Avrupalı politikacılarından çok farklı olarak) her zaman Türkiye'nin üyeliğine güçlü bir destek vermiş olan Komisyon'un önde gelen temsilcileri, yararlı hatırlatmalarda bulundular; kamuoyunun belirli konularda aydınlanmasına yardımcı oldular. Hatırlatmaların başında, Türkiye'nin AB'ye sadece aday değil üyelik müzakereleri yürüten bir aday olduğu, bu nedenle Türkiye'de olup bitenlerin AB'yi yakından ilgilendirdiği geliyordu.
Bu bağlamda, Barroso'nun ziyaretinin Türkiye'ye "düşmanlık" demek olduğu ve "müstemleke valisi gibi" konuştuğu iddialarına değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye'nin AB üyeliğine taraftar ya da karşı olmak herkesin kendi bileceği iştir. Ama Türkiye-AB ilişkisinin niteliği hakkında yalan söylemeye kimsenin hakkı yoktur. Bu ilişki, AB bunu dayattığı için değil, 1964'ten bu yana seçimle işbaşına gelen bütün Cumhuriyet hükümetleri birliğe girmek istediği için vardır.
Barroso'nun TBMM konuşması çok isabetliydi. İfade özgürlüğünün ve siyasi partilerin demokrasi açısından vazgeçilmezliğini vurguladığı konuşmanın bana göre en dikkat çekici paragrafı şuydu: "Laiklik tartışmasının Türk toplumu için önemini anlıyorum. AB üyesi devletler de bu tür tartışmalar yaşamıştır. Ama her biri bu konuda kendi iç uzlaşmasını sağladı. Umarım Türkiye de aynı şeyi yapacaktır. Dolayısıyla AB Komisyonu'nun bir tutum alıp, başörtüsü gibi konularda standartlar dayatmasını beklemeyin, çünkü AB'nin böyle standartları yoktur. Savunulması gereken tek hayati ilke, herkesin inanç ve fikirlerine, bu durumda da inancı ve fikri ne olursa olsun her kadının özgür tercihine saygı gösterilmesidir."
Bu konuda söylenebilecekler şunlar: Evet, AB başörtüsü konusunu nasıl düzenleyeceği hakkında Türkiye'ye bir standart dayatmak istemeyebilir. Ama, Barroso'nun altını çizdiği üzere, AB'nin bu konuda bir standardı kesinlikle var: Her kadının bireysel tercihine saygı gösterilmesi... Bunun içindir ki, hiçbir AB ülkesinin üniversitelerinde başörtüsü ya da herhangi bir dini (ya da "velev ki siyasi") simgenin kullanılması yasak değildir. Umarım Barroso Türkiye üniversitelerindeki başörtüsü yasağını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin ihlali olarak görmeyen AİHM yargıçlarının AB'nin bu temel ilkesini çiğnediklerinin (başka birçok AB yetkilisi gibi) farkındadır.
Barroso asıl önemli hatırlatmayı Türkiye'ye gelmeden, Brüksel'deki basın toplantısında yaptı: "Demokratik laiklikten, din ile devlet ayrılığından yanayız. Bir topluma belirli bir din zorla dayatılamayacağı gibi, laiklik de dayatılamaz..." Ne yazık ki, Türkiye'deki otoriter (ve çelişkilerle dolu) laiklik uygulaması, bir yandan topluma belirli bir dini, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın (DİB) temsil ettiği İslam yorumunu dayatmaya çalışıyorsa, öte yandan devlete dini inançları toplumdan uzaklaştırma, vicdanlarla sınırlama görevini yükleyerek, din-devlet ayrımı ve inançlara saygı anlamına gelen demokratik laikliği iki yönden de ihlal ediyor.
DİB'in son hafta içinde yaptığı iki açıklama otoriter laiklik uygulamasının çelişkilerinin bir yansıması: DİB yetkilileri önce cemevlerine ibadet yeri statüsü verilmesi halinde Aleviliğin din haline geleceğini ve Alevilerin Müslümanlıktan çıkacağını ileri sürdüler. Hemen sonra da "Bir dini kabul etme özgürlüğü olan kimsenin, o dinden ayrılma özgürlüğü de vardır" dediler... Cemevlerine ibadet yeri statüsü verilmesi, büyük çoğunluğuyla İslam içinde ayrı bir mezhep olduklarına inanan Alevileri hiçbir şekilde İslam dışına çıkarmaz. İslam dışına çıkmak isteyenlere de hiç kimse engel olamaz.
Kaynak: Zaman