Osmanlı'da harem bilmecesi

 

Sıradan bir Batılıya Osmanlıyı en çok simgeleyen iki kelimeyi sorun. Cevap büyük ihtimalle kılıç ve harem olacaktır. Bu kuşkusuz gayet turistik ve popüler bir cevaptır. Yazık ki çoğunluğu oluşturan geniş halk kitleleri tabletler haline getirilmiş, hazır gıdalarla beslenmeyi tercih eder. Toplumsal kültürler de bu çerçevede oluşur.

Kılıç, egemenliği temsil ediyor. Osmanlı, Ortaçağdan itibaren, Anadolu, Balkanlar ve Avrupa içlerine doğru siyasal egemenlik kurmuştur. Egemen güçlerin orduları olması doğaldır. Ve tüfek icat olana kadar tarih boyunca askerlerin kılıçları olmuştur. Bu Osmanlı için de böyledir, İspanya, İngiltere veya Rusya için de. Tabi özgün bir yapıya sahip olan Osmanlının kendine özgü kılıçları ve kıyafetleri vardır. Haçlı ordularının da gayet kendine özgü, gösterişli, metal ağırlıklı kıyafetleri vardır. Ellerinde ise, devasa, gösterişli kılıçları. Fakat o dönem Osmanlı’nın yükselme devri olduğundan Osmanlı deyince askeri gücü simgeleyen kılıçlar akılda kalmış olmalıdır. Peki kimin aklında kalmıştır?  Bu soru bizi Avrupa’da feodalitenin, monarşinin toplumsal kültür üzerindeki etkisine götürmektedir. Çünkü Osmanlı’nın gittiği yerlerde halkın gündelik hayatıyla bir işi yoktur, genellikle vergiler azalır, kilise ve feodal otoritenin baskısı ortadan kalkar.

Harem ise Osmanlı’nın özel hayatını temsil ediyor. Batılı seyyahlar Osmanlı ülkesinde gezerken, kendilerinden saklandığını düşündükleri harem hayatını hep merak etmiştir. Oysa harem genellikle her türlü namahremden saklanan bir alemdir. Aile ortamıdır. İslam kültürünün çizdiği sınırlar içerisinde akrabalar veya hanımlar veya aileye gerçekten yakın olan şahıslar bu aleme girme ruhsatını elde ederler. Tabi bir de çok evlilik meselesi var. Aile efradı, birden fazla hanım, hanım hizmetçiler (cariyeler) derken Batılı gözlemcinin aklı iyice karışıyor. Belki içeri alınmamasına tepki olarak hariçten ahkam kesmeye, hayal gücünü zorlamaya başlıyor.  Ortaya sık sık rastladığımız Oryantalist tablolar çıkıyor. Biz bu konuları ülkemizde doğma büyüme müstağriblere bile anlatmakta zorluk çekerken Batılı gezginlerin yorumlarını belki de normal karşılamamız gerekiyor.

Tarihi yorumlarken düşülen temel bir yanılgı, bugüne bakarak geçmişi yorumlamak oluyor. Bunu yaparken bile dünya ölçeğinde karşılaştırmalı bakış olmadığından değerlendirme eksik kalıyor. Şunu demek istiyorum; Yaşam koşullarının benzer olduğu bir dünyada ister istemez karşılaştırmaya müsait sistemler ortaya çıkıyor. Osmanlı yükselme devinde Ortaçağ Avrupasının korkmakla birlikte gıpta ettiği ve örnek aldığı bir sisteme sahipti. Şimdi İngiliz monarşisinin Osmanlıdan aldıklarını değerlendirmek araştırmacılara düşüyor. Osmanlıda çok evlilik, harem, cariyeler, köleler gibi bir sistem varken Batı Avrupa’nın kolonici devletlerinde kölecilik ve emek sömürüsü, sistemin temelini teşkil ediyordu. Hanedanın legal mirasçısı belli olsun diye bir yasal kraliçe bulunuyor fakat kralın yasa dışı ilişkileri de biliniyor ve oradan doğan çocuklar kral olamıyor. Olamıyor da sokağa mı atılıyor. Olur mu ? Düklüğe kadar yükseliyor, krallar gibi yaşıyor. İngiliz saraylarında, hanedanın illegal çocuklarının resimleri duvarları süslüyor. Onlara bölge vermişler, falanca şehrin dükü olmuşlar.

Osmanlıda veya İslam hukukunda bu anlamda illegal bir durum yoktur. Yasalar mevcut yaşama ve ihtiyaçlara göre düzenlenmiştir. Dört kadına kadar evlenebilir. Doğudan batıya, zenginden yoksula, cahilden okumuşa doğru çok evlilik sayısı azalır. İstanbul’da bu hakkı kullananların oranı şaşırtıcı ölçüde azdır. Fakat, söylediğimiz gibi, o günün koşullarına göre değerlendirmek gerekir. Koşulları derken zımnen “azgelişmiş” demek istemiyorum. O günün Osmanlı toplumunu o günün Batı toplumlarıyla karşılaştırmalıdır. Bir erkeğin ilişki kurduğu bayan sayısı karşılaştırılabilseydi bu sayı Batı toplumlarında daha fazla çıkabilir. Fark, Osmanlının işi legal çerçevede tutmasıdır. İllegal yollar sıkı sıkı kapatılmıştır.

Yabancı turistler Osmanlı sarayını gezerken Harem hakkında muhtelif sorular sormaya bayılıyorlar. Favori soru ise bellidir: Sultanın kaç kadını vardı ?  Bir gezimizde bu soruya şöyle cevap verdim : Rus çarının kadınlarından daha fazla değil. Gerçekten, monarşik bir yapıda, kralın her şeye hükmettiği bir ortamda bir tek kadınla yetineceğini düşünebilir miyiz ? Yalnız kral değil, yakınları, veliaht, prensler, saraya, şatoya cinsel olarak hakimdir. Yoksul halktan, köylülerden en güzel kızlar saraya, şatoya sevk edilir. Beğenilenler “yoksulluktan kurtulur”. Toplama işinde Rus sarayı gayet meşhurdur. Fakat o günün yoksul dünyasında diğer monarklardan benzer bir davranış beklememek saflık olur. Şu farkla ki bu sistemin yasallığı yoktur, serbest bir alandır, çocuklar tahta varis olamazlar. Tabi birisiyle resmen evlenmezlerse. Soylu olmayanlara sistem kapalıdır. Osmanlıda ise bir cariye Sultanın eşi olur, yoksul bir köylü Sadrazam olur.

Bu değerlendirmeye beni götüren, aslında bir kitap oldu. Aişe Aslı Sancar, uzun yıllardır sürdürdüğü Osmanlı toplumunda kadınla ilgili çalışmalarına bir yenisini eklemiş; Harem: Bir Aşk Yolculuğu. Roman tarzındaki eser, Kafkasya’dan saraya uzanan bir hayat öyküsüne dayanıyor. Saraydaki harem hayatı, cariyelik kurumu, cariyelerin yükselme gayretleri, evlilikleri gibi konular, bir araştırmacı gözüyle, detaylarıyla, insani boyutlarıyla ele alınıyor. Bize alışılmış kalıpların dışında, gerçek yönleriyle ve özgün kavramlarıyla Osmanlı aile hayatını sunuyor. Bana romanın en önemli yanı buymuş gibi geldi. Mekanlar, eşyalar, İstanbullu hanımların hayat tarzı, İslam’ın bu hayatı şekillendirmesi gibi ayrıntılar, sürükleyici bir havada sunulan öyküyü fazlasıyla tezyin ediyor ve günümüz dünyası için kitabı aydınlatıcı bir hale getiriyor. İstanbul hanımefendileri ve beyefendilerinin dünyasına girmek, İstanbul kültürünün ruhuna nüfuz etmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat. Tavsiye ederim.