Oslo Anlaşmasını kim bozdu?

Filistin Kurtuluş Örgütü'nden Yaser Arafat ve İsrail Devlet başkanı İzak Rabin tarafından 1993 yılında imzalanan Oslo Anlaşması'nın artıları eksileri konusundaki münakaşalar, yakın zamanda sonlanacak gibi durmuyor.

Fakat Filistin'in atacağı adımlar konusunda stratejik bir açılım yaptıkları inkar edilemez. İronik bir şekilde bu açılım anlaşmaya muhalif olan Hamas gibi oluşumların bile çıkarlarına uygundu.

Bir Filistinliye göre en önemli hata, özerk bir yönetim kurmak için gereksiz şekilde fazla enerji harcanması ve ara dönemde iç siyasi münakaşalar oluşturmaktı. Bu, İsrail'in acımasız tasfiye programına karşı meydan okumayı sürdürmek için oluşturdukları sistematik seferberlik ile örtüşmüyordu.

Edward Said gibi Filistinli eleştirmenler, İsrail hükümetine Filistin topraklarında "kontrol matrisi" (askeri yönetim, yerleşim, yol bağlantıları ve bürokratik-yasal hesaplamaların iç içe geçmesi) uygulanmasına izin veren Oslo Anlaşması'ndaki kusurları dile getirme konusunda kesinlikle haklılar.

Fakat başarısızlık ve tamamen boyun eğme dışında anlaşmanın getirdiği diğer tüm sonuçlara yönelik argümanlar fiili ve potansiyel siyasi dinamiklerin aşırı durağan okunmasından kaynaklanıyor.

Filistin Kurtuluş Örgütü başkanı Yaser Arafat da tabandaki siyasi gerçekliklerin Oslo Anlaşması'nın katı metninin ötesinde, hızlı bir şekilde değişebileceğine inandığında yanılmıştı. Arafat'ın siyasi gerçeklikleri okuma biçimini değiştirmesi gerekiyordu ve bunu nasıl yapacağı tam bir soru işaretiydi.

Örneğin, 1994 Mayıs'ında Kahire'de imzalanan "Uygulama anlaşması"nın imzalanmasının önünü açmak için yapılan konuşmaların gerçekleştiği aylarda, kendi delegeleriyle tatbiki detayları tartışmayı reddetti. Bunun yerine, öncelikli kaygılarından bazıları, Filistin polislerinin güvenliğini sağlama konusunda İsrail'den güvence almak ve Ürdün sınırında, Eriha'ya, "egemenliği" sembolize eden bir bayrak koymaktı.

Arafat İsrailli meslektaşlarının Oslo Anlaşması'nın Filistin'in bir devlet olmasına öncülük eden bütün önermelerini anladıkları konusunda ikna olmuştu. Ve bunu imzalayarak bu sonucu zaten kabul etmiş olduklarını düşünüyordu.

O zaman tüm bunlar geçiciyken ve Filistin bağımsız olduktan sonra ilga edilebilecekken, neden halkın ve toprakların sicilini tutmak ve denetlemek, altyapı çalışmaları için sorumluluk almak, insanların ve metaların serbest dolaşımını sağlamak gibi pratik detayları veya günlük hayatı yönetecek diğer düzenlemeleri ayarlamak zorunda olsunlardı ki?

Siyasi sermayelerini neden İsrail'in yerleşim alanlarını inşa etmek ve Filistin'de işgal ettikleri toprakları genişletmek konusundaki hiperaktif program için harcasınlar? Ve demek zamanlarını ve enerjilerini Filistin halkını seferber etmek ve İsrail kamuoyu için harcasınlar?

Mücadele ve seferberlik fırsatı tam olarak karşılarındaydı. Filistin Kurtuluş Örgütü ve 1994'te kurulan Filistin Ulusal Otoritesi ile birlikte, siyasi partner olarak eşi benzeri görülmemiş bir tanınma şansı yakalamışlardı. Filistinli aktivist ve sözcüler hem medya aracılığıyla hem de işyerlerinde ve okullarda yüzyüze iletişime geçerek, İsrail'de yaşayan herkese ulaşıp, milli bağımsızlığın getirdiği eşi benzeri görülmemiş avantajlarını konuşabiliyordu.

1999 yılının Mart ayında, Avrupa Birliği Filistin'in "devlet olabilme hakkını da içeren" kendi kaderini tayin etme hakkını resmi olarak tanıdı. Buna göre herhangi şekilde bir veto gerekmeyecek ve bu ilkeleri dünyadaki ülkelerin çoğu koşulsuz olarak kabul edecekti.

Bu Oslo döneminin "altın yılları"ydı. Bu yıllarda Filistin Kurtuluş Örgütü ve Hamas dahil, ona ait birçok fraksiyon ve siyasi parti örgütlenme ve üye edinme, kitle iletişim araçlarını kullanma ve Kudüs'ün doğusu da dahil olmak üzere, özerk bölgelerde kamusal konuşmalar yapabilme özgürlüğüne sahipti.

İsrail işgalinin her aşamasının üstesinden gelebilmek ve Filistin'in Doğu Kudüs üzerindeki hakkını savunabilmek için birinci İntifadanın zengin deneyimi ve etkileyici "insan gücü"nü yeniden hayata geçirebilirlerdi.

İşgal edilmiş Filistin topraklarının gelecekte sömürgeleştirilmesine karşı verilecek her türlü aktif ve şiddet içermeyen direniş uluslararası olarak meşru görülürdü.

Hatta, daha da eleştirel yaklaşılırsa, İsrail barış kamplarının gelişmesiyle her seçmen barış veya daha çok işgal arasında bir seçim yapmak zorunda kalabilirdi.

Bunun yerine, Oslo Anlaşması'nın Filistinli muhalifleri kararlı bir şekilde meşruiyetlerini tartışmaya ve kendi milliyetçi argumanlarını savunmaya odaklanmışken, Arafat neredeyse sadece Filistin Ordusu'nun iç siyasi ve sosyal denetimini güçlendirmeye odaklandı.

Sonuç ise tam bir hüsrandı; barış sürecinin en yıpratıcı tarafı İsrail'in politikalarıyla karşı karşıya kalmak oldu.

Örneğin, İsrail buldozerleri 1997'de, Kudüs ile Beytüllahim arasındaki Cebel Ebu Guneym'de yeni bir yerleşke kurmaya giriştiğinde, medyadaki alışıldık kınamalardan başka, Filistin'den gelen tek tepki, parlamenterler Faisal Husseini ve Salah el Tamari ve bir direniş çadırı kuran birkaç aktivistten geldi.

Filistin liderlerinin farklı davranabilmesi için, İsrail toplumunu anlamaları ve onlarla bir araya gelebilmeleri, ve Filistin toplumunu da aynı derecede önemli bir aktör olarak görebilmeleri gerekiyordu. Filistin halkı yöntemsel olarak seferber edilmeli ve merkezi bir siyasi rol edinmeliydi.

Sonuç olarak Filistin liderleri, 1995 yılında İzak Rabin'in aşırı milliyetçi bir İsrailli tarafından öldürülmesi konusunda doğru bir değerlendirme yapamadı ve yine tüm enerjilerini İsrail'in politika ve güvenlik konularındaki oluşumların ve özellikle İsrail kamuoyuna yönlendirdi.

1999'daki 5 yıllık boşluk dönemi de, Filistin Ordusu açısından devlet inşası konusunda yeni bir strateji oluşturamadı.

Said ve diğerlerinin de üzerinde durduğu gibi, İsrail ile aralarındaki askeri, kurumsal ve ekonomik güç dengesizliği ile yüzleşecekleri aşikar olduğundan, Filistin liderliği Filistin halkını harekete geçirmeliydi.

En büyük hataları ikinci Intifada'nın militarizasyonuna, hareketin marjinalleştirilmesine ve Filistin siyasi sisteminin çökmesine izin vermeleri oldu. Yirmi iki yıl sonra, Arafat'ın halefi Mahmud Abbas 30 Eylül 2015'te, Birleşmiş Milletler Genel Meclisi'ne, Filistin Kuruluş Örgütü'nün artık Oslo Anlaşması'na bağlı olmadığını söylediğinde, koşullar artık böyle bir seferberliğe izin vermeyecek durumdaydı.

Fakat tüm bu hataların nedeni aslında Oslo Anlaşması değildi.

'İSRAİL'İN YAPMAK İSTEDİĞİ ŞEY IRK AYRIMIYDI'

1993 yılının Ağustos ayının sonlarında, Filistin Kurtuluş Örgütü dış işleri bakanı Faruk Kaddumi'ye, Beyrut'ta Arap dışişleri bakanıyla gerçekleştirdiği toplantıya eşlik ettim.

O zamanlar Madrid Barış Konferansı'nın sonunda ortaya çıkan "Washington Track"ta çalışıyordum. Hanan Ashrawi, Ghassan Katib, Raşid Kalidi, Faysal Husseini ve Haydar Abdel Şafi'nin de dahil olduğu muhteşem bir grupla çalışıyordum. Bir gün Bay Kaddumi dediğimiz Ebu Lutof bana Oslo Anlaşması hakkında bir şeyler anlattı.

Bizim çabalarımıza paralel olarak, İsrail'de daha da ileri düzeyde çabalandığına inanmak benim için çok zordu. Washington Track için son toplantımızı gerçekleştirmek üzere Washington'a seyahat ettiğim zaman, Başkan Arafat'ın yakın danışmanı Akram Haniyeh bana İlkeler Deklarasyonu'nun bir kopyasını gönderdi.

Dikkatimi özellikle iki şey çekti: İsrail hükümeti ilk defa Filistin'i tanıyordu. Ayrıca İsrail hükümeti yine ilk defa Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 242 ve 338 numaralı düzenlemelerini kapsayan bir çözüm bulmaya ikna olmuşlardı. Buna göre, savaş yoluyla toprakları işgal edilmesi kabul edilemezdi ve İsrail Haziran 1967 yılındaki savaşta işgal ettiği toprakları geri vermeliydi.

Oslo, İsrail'in 1967'de işgal ettiği toprakları geri vermesi konusundaki beş yıllık sürecin sonuç anlaşmasına doğru giden bir ara fazı olmalıydı.

Fakat birkaç yıl sonra, Devlet Başkanı Rabin suikasti ile tüm anlaşmalar yok edildi.

Doksanların başında Filistin halkının büyük bir kısmı birkaç yıl içinde nihai sınırların belirlendiği anlaşmanın başarıya ulaşacağına dair umutluydu.

Yirmi yıl sonra ise tamamen zıt bir durumla kaşı karşıya kaldık. İsrail'in dokunulmazlık kültürü Oslo oluşumunu, yerleşimcileri üç katına çıkararak ve tavırlarıyla Filistin hükümetine karşı çıkarak tamamen bitirdi.

İki ayrı devlet yerine, İsrail "tek devlet/iki sistem" anlayışının peşinden koştu.

İsrail'in istediği şey ırk ayrımıydı.

İsrail uluslararası camiada yeni ekonomik anlaşmalar imzalarken ve ticaretini dünya çapında genişletirken, Oslo'yu bitirdi.

Bizim buradaki pozisyonumuz uluslararası hukuka dair. Filistin halkının vazgeçilemez haklarının peşinden koşmak uluslararası bir sorumluluk.

Uluslararası yargı mahkemesi 2004'te Filistin'in kendi kaderini tayin hakkının her ülke için bir sorumluluk olduğu kararını çıkardı. Bu karar sadece işgallerin sonlanmasını değil bir sonuç anlaşmasına gidilmesini de gerektiriyor.

Milyonlarca kişi hala diasporada yaşıyor. Yüzlerce Filistinli Suriye ve Irak'ta yeniden yerlerinden edildi veya öldürüldü.

Barışa giden yol ancak adaletle sağlanabilir.

Kaynak: Al Jazeera
Dünya Bülteni için çeviren: Cansu Gürkan