"Dehşet verici, korkunç" deyip durdu, Türkiye-Ortadoğu ilişkilerini tartıştığımız bir konferans nedeniyle Şam'da tekrar görüşme şansını yakaladığım Avrupalı bir gazeteci arkadaşım. Dehşet verici bulduğu şey Amman'da yapmaya çalıştığı bir haberin konusuydu. Ürdün'de valilerin istedikleri insanları süresiz gözaltına alma yetkisi üzerine bir haber.
Ürdün'de valiler, bir suçun olası kurbanlarını, bezen bir suça karışma olasılığı olanları, bazen de hoşlanmadıkları insanları, mahkemeye çıkarmadan, süresiz hapiste tutma yetkisine sahip. İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün rakamlarına göre, Ürdün'de hapiste bulunan her beş kişiden biri, bu şekilde içeride. Aynı örgüt yönetimsel gözaltı denilen bu insanlık dışı duruma her yıl 10 bin kişinin daha eklendiğini öne sürüyor.
Arkadaşımı daha dehşete düşüren nokta, bu gözaltı-nın kurbanlarının önemli bir kısmının kadın olması. Ürdün'de, akrabası olmayan bir erkekle aynı ortamda yalnız 'görülen' kadınlar ceza alıyor zaten, genellikle birkaç yıl. Ama bir de üstüne, aileleri onları öldürmesin diye, hapiste tutuluyorlar. 10 yıldan fazla süredir bu şekilde içeri tıkılmış kadınlar var. Arkadaşıma haksızlık etmek istemem ama içine düştüğü dehşet sonuçta onun çok dışında bir dehşetti ve doğal olarak anlamlandırmakta zorlanıyor. Ortadoğu denilen bu coğrafyada, namus cinayetinin, kadın bedeni üzerinden her türlü iktidar kavgasının, erkek egemen ideolojinin şiddetinin doğrudan nesnesi haline getirilmiş kadınlar, Ürdün'deki sorunu daha iyi anlayabilir gibi geliyor bana.
Suriye'de de kadınların durumu farklı değil. Sonuçta Türkiye'nin durumu bu ülkelerle toplumsal cinsiyet eşitliği açısından Dünya Ekonomik Forumu'na göre aynı ayarda sayılabilir. Suriye'de de namus cinayetleri var, gerçi son dönemlerde yapılan bir değişiklik namus cinayetlerini cezasız olmaktan çıkardı ama yine de kadın öldürmenin bedelinin yalnızca iki yıl olması devede kulak sayılır. Suriye'de evi içi şiddet de yaygın, orada da kadınlar sığınma evleri istiyorlar.
Şam'da Danimarka Enstitüsü ve Uluslararası Medyayı Destekleme Enstitüsü'nün birlikte düzenlediği konferansta uzmanlarla, Türkiye-Ortadoğu ilişkileri, bu ilişkilerin AB'ye yansıması, olası sorunları ve getirileri konuşulurken aklımın bir köşesinde hep Ortadoğulu kadınlar vardı. Ne yalan söyleyeyim, hükümetler arası ilişkileri değerlendirirken kendime hep 'iyi de bunun o ülkelerde yaşayan insanlara ne faydası, ne zararı var' diye sormadan edemiyorum. 'Türkiye'nin Ortadoğu ile geliştirdiği ilişkilerin bir karşılığı var mı', 'Suriye'nin Türkiye ile girdiği ilişkideki niyeti yalnızca İsrail'i yalnız bırakmak gibi stratejik bir amaç mı', 'Türkiye'nin derdi iki tane daha fazla bisküvi satıp, yanına da bakın ne kadar önemliyim diyerek AB üyeliği bileti almak mı' gibi soruların elbette cevaplanması gerek.
Genel olarak bu yakınlaşmanın bölgenin hayrına olacağını da düşünüyorum ama yine de benim için ortak sorunlar yaşayan insanlar bir araya gelip deneyimlerini paylaşmadığı sürece bu açılım hep eksik kalacak. Ortadoğulu kadınların bir araya gelmesi ya da hepimizin ortak denizi Akdeniz'in korunması için neler yapılabileceğinin konuşulması için elbette önce hükümetlerin bir ara gelmesi ve kırkar tane protokol imzalaması gerekmiyordu ama yine de bütün bunlar ve vizelerin kaldırılmasının yol açıcı bir etkisinin olduğu da bir gerçek.
Altını çizmeden de edemeyeceğim, Türkiye, kadınlar konusunda daha ileri gözükse de, bir araya gelinirse bu hiçbir zaman 'bakın biz size öğretelim' üsten bakışıyla olmamalı, deneyim paylaşma bakış açısıyla olmalı, yoksa kıymeti olmaz. Ama eğer bir gün, bu yakınlaşmanın sonucu olarak, Ortadoğulu kadınlar bir araya gelir de hep beraber bazı taleplerini dile getirirlerse, hükümetleri onlara arka mı çıkacak, yoksa duymazlıktan mı gelecek? Ürdünlü, Suriyeli ve Türkiyeli kız kardeşlerimiz için daha yaşanılabilir bir hayat istiyoruz derlerse kadınlar bir gün, hükümetler kulak mı verecek yoksa vizeleri kaldırdıklarına pişman mı olacaklar? İşte bütün bu yakınlaşmanın asıl sorulması gereken sorusu bu.
Kaynak: Radikal