İnsan Hakları İzleme Komitesi adına 1990’lardan beri Tunus’a gidip gelirken otokrat başkanları Zeynel Abidin bin Ali’ye karşı halkın her an ayaklanabileceğini söyleyen Tunuslu muhaliflerinden iyice yorulmuştum.
Hayal kurmaya devam edin diye düşünürdüm.
Bu ülke devrime hazır değildi. Bölgeye giden herkes bilir ki Tunus’un nispeten yüksek bir hayat standardı ve hayat kalitesi vardır. Ülkede kişi başı milli gelir Fas ve Mısır’ın iki katıdır. Cezayir’de petrol varken doğu’daki bu komşusunda hiç yoktur ama kişi başı milli geliri Cezayir’den de yüksektir. Tunus, fakirliğin azaltılması, okuryazarlık, eğitim, doğum kontrolü ve kadın hakları konularında yüksek puana sahiptir. Yeraltından çıkan petrolü pompalayarak değil çok çalışarak orta sınıf toplumu yaratmıştır; Tunuslular tekstil mâmülleri ve zeytin yağı ihraç eder, her yıl Avrupalı yüz binlerce turisti ağırlarlar.
Zeynel Abidin Tunus’u bir polis devletiydi ama halkla yaptığı zımni anlaşma – çeneni kapat ve tüketmene bak – tutmuş gibiydi, ki çatışma yorgunu Cezayir ve Kaddafi Libya’sının arasında yer alan Tunus, huzurlu bir cennet gibi görünürdü. Ancak bir seyyar satıcının trajik protestosu, görünür olmasa da uzun zamandır var olan şikâyetlerin açığa çıkmasına yol açtı ve maskeyi düşürüp Tunus’un istikrar şöhretinin asılsız olduğunu gösterdi.
Zeynel Abidin’in pazarlığını kabul etmeyen nadide eylemciler nazarında az bir otoriteryanizm değildi bu: Başkan 23 yıllık yönetimi sırasında çoğu İslamcı olduğu iddia edilen binlerce kişiyi tutukladı, şiddet olayları planlamakla veya düzenlemekle suçlanmamış olmalarına rağmen yıllarca hapsetti. Kimi gazeteciler, sol veya insan hakları eylemcileri veya hukukçular, iftira veya yanlış bilgi yaymakla suçlanıp yahut suç uydurmak yoluyla hapsedildi. Sivil polis, gözetim altındaki zanlılara işkence yaptı ve en küçük sokak gösterilerini bile kırdı geçirdi, eleştirenleri hırpaladı, yabancı gazetecileri ve insan hakları çalışanlarını takibe aldı.
Baskıyı hissedenler 10 milyonluk Tunus’ta azınlıktı. Sessiz çoğunluk arasında 1990’ların başından beri siyasi hayatı dengeleyen entelijansiya da vardı. Bazıları yönetimi desteklediler çünkü Zeynel Abidin bin Ali iktidarı eline almadan önce iyice güçlenmiş olan İslamcılardan korkuyorlardı. Diğer bazıları ise deri ceketli ve siyah güneş gözlüklü polislerin insafsız tâcizine uğramak, kamu görevlerinden mahrum olmak ve seyahatin kısıtlanması gibi bedeller karşısında topal muhalefete katılmak için bir neden göremediler.
Sıradan Tunuslular başlarını öne eğip işlerine baktılar. Pek çok iş fırsatı da vardı: Komşu ülkelerle kıyaslanınca, kahvehanelerde aylak aylak vakit geçiren adamların ve kaldırım bekçisi Hititlerin – Cezayir’de tüm günlerini cadde ve sokak köşelerinden geçiren gençler için kullanılan bir argo sözcüktür - sayısı azdı. Tunuslu kadınlar kamusal alanda görünür haldeydiler ve profesyonel mesleklerde temsil ediliyorlardı.
Yönetimi eleştirenler her daim vardı fakat bin Ali’nin muhalifleri ezmesi, sayılarını azaltmış, bir avuç çekirdek kadro kalmıştı. Bu hukukçular, yazarlar ve eylemciler cesaretleri dolayısıyla Paris ve Brüksel’de selamlandılar fakat Tunus’ta fiilen tanınmıyorlardı çünkü uygulanan baskı, hareketlerini atomlara ayırmış ve medya onlar hakkında haber yapmayı reddetmişti.
Sıradan Tunusluların usandığını ve ayaklanmaya hazır olduğunu söyleyenler bu çekirdek kadroydu. Tunus ekonomi mûcizesinin bir yanılsama olduğunu iddia ediyorlardı. Sıradan Tunuslu, bölgesel eşitsizliklere, hayat standartlarının aşınmasına, polisin ve mahalli yetkililerin kötü muamelelerine, haraca bağlamalarına, dev yolsuzluk hikâyelerine ve başkan’ın ahbap-çavuşlarının servetine köpürüyordu.
Küçük bir siyasi muhalif halkası 2000 yılı başlarında genişlemeye başladı. Çekirdek kadronun etrafında daha geniş bir halka oluşmuştu: Ortalığı karıştırmadan da olsa, baskıya hayır diyenler arasında sayılmayı istediler. Başkanın sırf İslamcılarla değil yönetimini eleştiren herkesle sorunu olduğunu fark eden entelektüeller de işin içindeydi. Bir gazetecilik profesörü, polis sorgulamasına yol açar diye 1999’da benimle görüşmeyi tercih etmemişti ama sonra beni açıkça ağırlamaya ve kuşatma altındaki insan hakları câmiasının düzenlediği dar katılımlı toplantılara gitmeye başlamıştı.
Bu dış halka arasında siyasi mahkûmların aileleri de vardı. Bu aileler 1990’ların ortalarında korkuya kapılmışlardı ama aradan geçen beş yıl sonra kaybedecek bir şeyleri olmadığına hükmettiler.
Bu halkaya eski siyasi mahkûmlar da katıldı. Sessiz kalmakla hiçbir yere varılamayacağına onlar da hükmettiler çünkü devlet politikası ıslah etmek için değil tâciz, izleme, seyahat ve iş kısıtlamaları yoluyla onları ezmek içindi.
Seyyar satıcılık yapan Muhammed Buazizi 17 Aralık’ta Sidi Buzid’de kendisini kurban edip haftalarca süren ve bin Ali’nin devrilmesiyle sonuçlanan protestoların fitilini ateşlemeden çok önceleri, eski bir siyasi tutuklu, hükümet çalışmasını engellediği için ailesine bakacak durumda olmadığını ve bu yüzden çocuklarını satmak istediğini belirten bir pankart açmıştı. 14 yıl hapis yattıktan sonra 2004 yılında serbest kalan Cundubalı bir ziraat mühendisi, normal bir hayat sürme şansını yok edecek şekilde 16 yıl süreyle kamusal haklarının kısıtlanmasına maruz kalmıştı.
Bu dış halkaya katılanlar arasında rejimin şiddet taktiklerinin kurbanı olanların sadece muhalifler olmadığını keşfeden iş dünyasının seçkinleri de var. Tunus’ta saygın bir özel eğitim kurumunun kurucusu Muhammed Buebdelli, siyasete ilgisi olmayan nezih bir girişimciydi ta ki başkanın ahbap-çavuşları çocukları için özel muamele talep edene dek. Buebdelli bu istekleri reddedince misillemelerle karşılaştı. Rejimin şiddet taktiklerini alenen eleştirince de onun kurduğu özel üniversite uydurma gerekçelere dayanarak mahkeme kararıyla elinden alındı. Ülkenin pek çok seçkinin ve onların çocuklarını eğiten Buebdelli bir gecede ateşli muhalife dönüşmüştü.
Ancak bir şekilde genişleyen bu halkanın ötesinde bir de nispeten rahatlık içerisinde yaşayan, gizli polisin ve hizmet ve iltimasları ulaştıran ve esirgeyen hâkim parti aygıtının gücü hakkında ciddi bir farkındalığı bulunan siyaseten iğdiş edilmiş bir Tunuslu çoğunluk vardı. Konuştuğum Tunuslular, ülkelerinin demokrasiye hazır olduğunu söylerlerdi zira halkı ılımlı, hoşgörülü, eğitimli ve orta sınıftı. Polisin tezgâhına el koymasından sonra Buazizi’nin kendisini yakmasının niçin böylesi tahrik edici bir olay olduğunu işte bu benlik bilinci kısmen açıklamaktadır.
Buazizi sıradan bir seyyar satıcı değildi – bu bayağı işi ve bu iş dolayısıyla yetkililerin tâcizini kabul etmeye mecbur kalmış üniversite mezunu bir kişiydi. Zeynel Abidin bin Ali’nin devirdiği ilk başkanları Habib Burgiba’nın yeşerttiği eğitim sitemiyle gurur duyan Tunusluların yutkunmakta zorlandığı bir şeydi bu. İntiharların genelde kendileriyle beraber alabildiğince çok sayıda masumu da öldüren fanatiklerle ilişkilendirildiği bir yerde Buazizi’nin sırf kendi hayatına kıymış olması, onu ve onun gibi olanların durumunu dramatize etmiştir. Onunkisi çaresizlikten kaynaklanan bir hareketti ve Tunusluların kendileri hakkındaki bilinçlerine sâdık kalarak hiç kimseyi incitmemişti. Ayaklanmayı kolaylaştıran bir etken olarak onu gücüne eklemlenmişti bu.
Tunusluların bin Ali’ye karşı ayaklanacağını öngörmemiş de olsam 10 Ocak’ta televizyonda 300.000 istihdam yaratma sözü verirken gördüğüm an artık bittiğini anladım. Bin Ali korkuyla yönetmişti ve yönetimin Tunus sokaklarına bu şekilde cevap vereceğini ima ettiği anda o artık bin Ali değildi. Çıplak imparatordu. Sessiz çoğunluk – yahut en azından sessiz çoğunluğun sağlıklı bir kesimi – sokaklara düştü ve onu devirdi.
Protestoları alevlendiren ve sürmesini sağlayan pek çok etken vardı; el Cezire’nin haberleri, sıradan Tunusluların cep telefonlarıyla çekip YouTube ve Facebook’ta yayınladıkları ve Twitter’da reklamını yaptıkları görüntüler hatta Amerika’nın bir müttefik olarak bin Ali’den rahatsızlık duyduğunu bildiren Wikileaks içerikleri de bu etkenler arasındadır.
Tüm bunlar öteki otokratlara ve onları destekleyen batılı devletlere uyarı anlamı taşımalıdır: Muhalefeti ezen ve medyayı sansürden geçiren bir yönetim nispi bir refaha nezaret edebilir, trenlerin vaktinde kalkmasını sağlayabilir ama vatandaşları barışçıl ve açık kanallar üzerinden şikâyetlerini ifade edemedikleri müddetçe gerçek istikrarı şüphelidir.
Tunuslu dostlarım haklıydılar: Bir polis devleti istikrarlı görünebilir ta ki artık öyle görünmediği güne kadar.
Kaynak: Foreign Policy
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı