Olup bitenleri anlamak

Yerli ve yabancı pek çok tahlilci, Türkiye'de son günlerde yapılan mitinglere katılanların görünüşte modern (Batılı), fakat düşünceleri ve yaptıkları itibarıyla ne modern ne Batılı, lâiklik adına karşı çıktıkları kesimlerin ise düşünceleri ve yaptıkları itibarıyla modern (Batılı) olduklarını tesbitle bir kafa karışıklığı yaşamaktadır.

Oysa, en azından bir asırlık Türkiye gerçeği, konuyu hiçbir kafa karışıklığına sebep olmayacak, öyle ki, tersi bir durumun asıl kafa karışıklığına sebep olacağı ölçüde açıklamaya yetmektedir.

H.Ziya Ülken, Batılılaşma adına modern araştırma ve öğretimin önüne "din adına hareket eden fanatik-skolastik zihniyet" ile sadece "günün ihtiyacına cevap arama" peşindeki bürokrasinin engel çıkardığını ve Türkiye'de gerçek ilim zihniyetinin yerleşmesine ikinci grubun, yani bürokrasinin mani olduğunu yazar. İşte, son bir-bir buçuk asır Türkiye gerçeğinin önemli bir boyutu budur. Söz konusu süre içinde belli bir oligarşinin tekelinde kalmaya devam eden bürokrasi, belli sermaye çevreleriyle işbirliği içinde ülke yönetimindeki egemenliğini devam ettirmek için, bir de ideolojik-dinî gayelerle, tarih yapıcı milletlerden biri olan Türk milletini ve Türkiye'yi içine kapamıştır. Sahip olduğu tarihi ve tarihî-dinî-millî, yani bütün aslî değerleriyle Türk halkının çok büyük çoğunluğu karşısında kendisini hiçbir zaman güvende hissetmeyen egemen bürokrasi, sürekli olarak egemenliğini kaybetme korkusu ve kâbusu içinde yaşamaktadır. Hem Türkiye'nin kendi egemenliğinde içe kapanmasını devam ettirmek hem de kâbuslarının gerçek olmasını önlemek için dış politikada güya milliyetçilik (şimdilerde ulusalcılık) temelinde "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" sloganını, içeride ise "irtica ve bölücülük tehdidi"ni hep ön planda tutmuş, milliyetçiliği ve ulusalcılığı hem İslâm hem de bölücülük karşısına ana ideoloji olarak koymuştur. En büyük tehdidin irtica olarak tesbiti ve onun karşısına "kale" olarak lâikliğin oturtulması, hem Türk halkının çok büyük çoğunluğunun Müslüman olmasından hem de egemen bürokrasinin temelde İslâm karşıtlığından dolayıdır.

Aslında Türkiye'yi böyle bir tercihe ve politikaya iten bizzat Batı'dır. Çünkü, Türkiye'nin ve tarih yapıcı bir millet olan Türk halkının içe kapanması, Batı'nın doğrudan menfaatinedir. 20. asrın ilk çeyreğinde Türkiye konusunda takip edilmesi gereken politika konusunda İngiltere'de başbakan Lloyd George, Türklerin Asya'ya sürülmesini savunurken, Dışişleri Bakanı Lord Curzon, bunun mümkün olmadığını, Türkiye'nin ve Türklerin değiştirilmesi gerektiğini savunur. Curzon'un görüşü benimsenir. Rahmetli Yaşar Tunagür Hoca, 2003 başındaki bir görüşmemizde, uzun yıllar önce, Malezya'nın ilk başbakanlarından birisinin kendisine Türkiye'deki dinî hizmetleri sorduğunu, anlattığında ise aynen şöyle dediğini aktarmıştı: "Ben, buna ancak mucize derim. Uluslararası anlaşmaları çok iyi bilirim. Bu anlaşmalarda benimsenen öyle gizli maddeler vardır ki, bunlara göre Türkiye'de din adına taş üstüne taş konulmaması gerekiyordu."

AK Parti, Türkiye'deki bürokratik egemenliği bozacak, Batı'yı ürkütecek bir şey yapmadı. Fakat, egemen bürokrasinin karşısında sürekli bir "düşman" kutup ve ideoloji bulunması gerekir. Çünkü, halkın büyük çoğunluğuna benimsetebilecekleri dünya görüşleri ve değerleri yoktur. Müsbet ve ebedî değerlerden mahrum olanlar, ancak düşmanlıkla ve korkuyu körüklemekle ayakta kalabilirler. Şu anda yapılan budur ve olanlar Türkiye'nin bütünüyle aleyhine, mitinglerde güya karşı çıkılan Batı'nın, ABD'nin ve İsrail'in lehinedir. Egemen bürokrasi de, Batı da, Türkiye'nin Batılılaşmasını değil, baştan beri değişmesini istemektedir. Fakat Türk halkı, her şeye rağmen aslî değerlerinden uzaklaştırılamamaktadır. Müsbet anlamda Batılılaşma ise yine H.Ziya Ülken'in çok yerinde tesbitiyle, üretici, yani ekonomide bağımsız ülke olmayı gerektirir. Bunu en çok istemeyenler ise yine Batılılarla onların Türkiye'deki taşeronu ve egemen bürokrasinin destekçisi sermayedir. Kafaları karışanlar, hadiselere sadece hadiseler olarak ve yalnızca baş gözleriyle bakanlardır.