Oğlan evinin kırk yalanı


         I-Annelerini öldüren kızlar, üçüncü sayfa haberlerinin yeni konuları. Bazen despot bir kişiliği olduğu, bazen istediği bir adamla evliliğine onay vermediği için öldürülüyor, çoğu zaman dul bir kadın olan, muhtemelen tek başına bir hayat mücadelesi vermenin gerginliğini ve sertliğini taşıdığı anlaşılan anne, kızı tarafından.

         Birlikte yaşamaya zorunlu kalan insanlar, birbirlerine karşı niye bu denli öfke biriktiriyor? 

         Şehirde de köyde de ilişkileri yozlaştıran en önemli amil, yalan.

         Bir diğer önemli amil ise hayatın yükünü olduğu kadar mutluluklarını da paylaşmayı güçleştiren farklı hayat tarzı idealleri...

          Bizim kuşağın anneleri, gençlik yıllarında ya da bütün ömürleri boyunca geniş ailede yaşamanın onlara öğrettiği suskunluk nedeniyle kızlarına çözülmesi zor bir problemler yumağını miras bırakmışlardır. Buna karşılık çekirdek aileyi bir alternatif olarak görmekte zorlandığımız açık. Bizim kuşağımız aile modeli bağlamında bu nedenle daha ziyade çatısız bir kuşak sayılabilir.

         Geniş ailenin vaat ettiği bir sükûnet, bir neşeli üretkenlik havası pastoral romanlardan ve yeni-gelenekselci metinlerdeki tasvirlerden gerçek hayata aktarılabilseydi keşke! Doğu köylerinde kadının geniş aile içindeki konumu kolaylıkla değişmiyor. Ev eşyaları değişiyor, üretim araçları da değişiyor. İnsanlar akşamları televizyon karşısında biraraya geliyorlar büyük şehirlerde olduğu gibi. Fakat özellikle bir mesleği olmayan geline bakış açısı pek değişiklik göstermiyor.

         Yıllar yılı susmayı, dilinin ucuna gelen kelimelere hâkim olmayı  başarabilirse bir gelin, yaşlılık günlerinde oğulları ve gelinleri üzerinde söz sahibi olma hakkını kazanıyor.

         Bu yüzden de evlenme çağındaki köylü genç kızlar, kendilerini uzak şehirlerden birine götürecek bir prensin yolunu gözlüyorlar. "Memur olsun da çamurdan olsun!" Eskiden böyle söylerlermiş. Artık prensin memur olması, beyaz atlı veya beyaz mersedesli olması gerekmiyor. Birlikte bir otobüse binip yola çıksınlar yeter ki...

         Evlenme çağındaki köylü kızlar şehre gitmeye bakıyor ya… Bir Doğu Anadolu köyünde tanıdığım Neşe, katakulliye getirilerek İstanbul'dan köye gelin getirilen bir şehir kızı. İstanbul'dayken de bir yanıyla köy hayatının içinde yaşıyor sayılırmış gerçi, köyünden, köyünün adet ve alışkanlıklarından uzak bir hayat sürdürmemiş. Tatillerde, dernek pikniklerinde ailesiyle birlikte köyün yolunu tutarmış. Fakat evlenip de köye yerleşmeyi düşünmemiş hiç.

         Bazen yazları babasının köyüne gelirlermiş, şenlikler, düğünler için. Bir yaylada düzenlenen geleneksel köy pikniği sırasında kendi köyünden bir gence aşık olmuş. Karşılıklı bir aşkmış yaşanan; araya birileri girmiş, aile büyükleri bir araya gelip konuşmuşlar. Evlenip kasabada oturacaklar, sonuçta çocuk kasabada çalışıyor; işte bu vaatle nikâhı kıyılmış. Yalnız, o henüz İstanbul'daki evindeyken nişanlısı telefon açtığında, bazen köydeki evin üst katında süren inşaattan söz edermiş ona. Köy evine yeni ilaveler yapılıyordur, konuk odaları olabilir yapılanlar diye, üzerinde durmamış Neşe konuşma arasında verilen bu bilgilerin; gelgelelim, işte bu köy evinin üst katına yaptırılan yeni yapılan odalara gelin getirilmiş.


         II-Bir kadın tanımıştım. 50'li yılların başlarındayken, 16 yaşında gelin olmuş. Düğün merasimi sırasında birkaç bilezik takılmış koluna, başına da dönemin modası denilebilecek altınlarla bezeli bir fes kondurulmuş. Atla getirildiği oğlan evinin eşiğinden içeri adımını atar atmaz evli görümceleri "bu benimdi, bu da benimkisi" diyerek, kolundaki bilezikleri çıkarıp almışlar. Kocası ise fesi alıp düğün sırasındaki borçlarını kapatmak üzere ucuza satmış.

         Geçen yıllar içinde dizi dizi bilezikler takmış koluna çocukları. Fakat başından hoyratça çekilip alınan altınlarla süslü fesi hiç unutmamış. Başının hiç geçmeyen ağrısı sanki o fes çıkarılırken yerleşmiş. 'Oğlan evinin kırk türlü yalanı olur'; gelin gittiği köyde çok kullanılan bir atalar sözü.


          III- Evin bütün işi omuzlarında Neşe'nin, ahıra sokulmayacağına dair düğün öncesinde sözler verildiği halde,  kayınvalidesinin bel ağrısı tuttuğunda süt sağmak üzere ahıra girdiği de oluyor. Süt sağmak bir şey değil, bu işe alıştı, ama ya tutulmayan sözler, onları nasıl unutacak... Gün boyu ayakta, yine de aşırı kilolu ve bel ağrısından yakınıyor. Gittiği doktor sinirlerinin bozuk olduğunu söylemiş. Uyku getiren ilaçlar kullanıyor; fakat evin düzeninin aksamaması için geç yatıp erken kalkması gerek. Neşe daha 21 yaşında. Sahte vaadlerle bir köy evine gelin getirildi. Sinir hastası olmaya devam edecek, çünkü, daha yıllarca kasabada yaşamayı hayal edemez; bir zamanlar sırtında elli kiloluk yük taşıyacak kadar güçlü bir kadın olan kayınvalidesi, onun hizmetlerine muhtaç...

         Her geçen yıl İstanbul'un varoşlarında yaşarken kurduğu evlilik hayallerinin biraz daha uzağına düşüyor. Neden bir sabah kahvaltısını olsun eşiyle başbaşa yapamıyor? Niye akşamları eşi işinden döndüğünde, kanepeye yanyana oturup da televizyon seyredemiyorlar?  Hani kasabada yaşayacaklardı, böyle söz verilmemiş miydi düğünden önce... Kocası suçu ailesinin üzerine yıkıyor. Ailenin açıklaması ise çok sade: Biz de kasabada yaşayasınız istiyorduk, ama imkânlarımız elvermedi.

         Neşe de çocuk silahını sürüyor ileriye: Kasabaya taşınıncaya kadar çocuk doğurmayacağım! Bir yaşlarında bir kızı var, ev halkı tez elden bir oğlan doğurmasını bekliyor. Ama o kararlı; bu evde kaldıkça ikinci bir çocuk doğurmayacak! Zaten işi çok fazla. Ütü için saatler harcıyor. Günde dört kez çalıştırıyor çamaşır makinesini. Evde dört erkek yaşıyor, haftada en az onbeş gömlek ütülemesi gerektiği anlamına geliyor bu. Yaşadığı evdeki erkeklerin ütüsüz gömleklerle ortalıkta dolaşmasını da kendine yediremiyor.

         Eskiden bu evlerde kadınlar ince işlerle ilgilenmezlermiş. Kalabalık ailenin günlük hayatı ayakkabılarla girilen, toprak zeminli, bir duvarında üzerinde sürekli kaynayan bir kazanın bulunduğu bir ocağı olan büyük bir odada geçermiş çoğunlukla. Neşe, kocası kasabada çalışsa da çiftle çubukla uğraşmaya devam eden bir ailenin evinde, şehirde alışkın olduğu ev düzenini kurmaya çalıştığı için de yıpratıyor kendini. Çeyizinde ablalarının biraraya gelip düğün hediyesi olmak üzere aldıkları bulaşık makinesi de var, fakat kullanmaya kıyamıyor; gelecekte düşlediği kasaba hayatı için hazır tutuyor onu.

         Bir gelin başı gibi süslü bulaşık makinesinin üstü başı. Bazen çok sıkıldığında ona içini döktüğü de oluyor.

         Neşe'nin bulaşık makinesiyle ilişkisi Tahsin Yücel'in "Kumru ve Kumru" isimli romanındaki, binbir zahmetle aldığı buzdolabına bir süreliğine aşkla bağlanan kapıcı karısı Kumru'yu çağrıştırıyor bana.