Öfkeli kadınları neden sevmiyoruz?

(Lütfen yalnızca kadınlar okusun!)

Öfke; mutluluk, üzüntü, endişe ya da korku kadar doğal bir duygudur. Saydığımız diğer duyguları ifade etmek ne kadar normalse, öfkeyi ifade etmek de o kadar tabiidir. Ancak genel toplumsal kabul, öfkenin en çok erkeğe yakıştığı yönündedir. Üstelik toplumun kadına yüklediği iyileştirici, idare edici rol, sadece erkeklerin değil, kadınların da kanıksadığı bir üstlenmedir.

Evliliklere baktığımızda, kendisini konuşarak ifade eden kadınların genelde dinlenmediğini görürüz. Üçüncü cümleden sonra konuşmaya devam eden kadın “dırdırcı”, sesini yükseltmeye başlamışsa “şirret, kavgacı, sorunlu” olmuştur. Bu yüzden kadınlar özellikle yakın ilişkilerde çok da farkında olmadıkları bir seçim yapmak zorunda kalırlar: İdeal kadını oynamak ya da hırçın kadın olmak!

Toplum, önce kadınları idealize eder (idareci ol, her zaman verici ol, sessiz ol gibi); sonra da “ideal” kadınları her zaman ödüllendirir. Çünkü idare eden kadın olmak diğerlerinin işini kolaylaştırır. Evde, iş yerinde, sosyal hayatta sorun çıkarmayan kadınları kim sevmez ki! Öfkelenmesi, tepki göstermesi gereken durumlarda sessizliğini koruyan, hakkı yendiğinde sineye çekebilen, hissettiklerini ifade edemediği gibi, başkalarının öfkesinde bile sürekli kendini suçlayan bu kadınlar, bulundukları ortamların dengeleyiciliğini yüklenmiş unsurlardırlar. Aslında idare etmeyi seçen kadın, duygularını gömmeyi baştan kabul etmiş kadındır. Kabul görmek, onaylanmak uğruna bastırılan duygular, biz onları ne kadar görmezden gelmeye çalışsak da hep orada bir yerde dururlar. Bu yüzden “iyi kadın” ı oynamak bir süre sonra yorar ve yok saydığımız duygular, zamanla depresyon olarak karşımıza çıkar.

Gelelim “hırçın” kadınlara. Sessiz kadınların aksine kavga eder gibi konuşur, tırnakları hep dışarıda gezer, herkesi kişisel bütünlüğüne yönelik potansiyel bir tehdit gibi algılarlar. Yanlış anlaşılmaya, değersiz hissetmeye, haklarının ihlal edilmesine karşı aşırı duyarlıdırlar. Hassas oldukları konulardaki zayıflıklarını örtmek için sürekli bağırırlar. Konuşmanın neredeyse imkânsız olduğu bu kadınlar, aslında kendi hemcinsleriyle de kavgalıdırlar. Çoğu kez neye öfkelendiklerini bile anlamak zordur. Etkisiz ve denetimsiz bir biçimde açığa vurdukları duyguları yüzünden hiç anlaşılmazlar. Savaşçı kadınların seveni azdır. Belki bu kadınların bir kısmı ötekileri sürekli suçlayarak kendini var edebileceğini düşündüğünden ya da karşıdakiler savaşçı kadınlara nasıl yaklaşacaklarını bilemediğinden, yalnız hissetmek bu kadınların kaderi olmuştur.

İğneyi kendimize batıralım!

Entelektüel seviyesi yüksek, sosyal hayatın içinde kendine yer bulmuş, toplumda kabul gören kadınların daha kavgacı ve tepkisel oldukları, konuşmalarındaki “erkeksi”lik, beden dillerindeki rahatlıkla ilk bakışta dikkatleri çekiyor. Taşra kadınının fazlaca “sakin ve idare edici” tarafından alabildiğine kaçan bir hırçınlık, hoyratlık tavırlarına yansıyor. Bir yandan dişilik, sınır tanımayan bir serbestlikle ön plana çıkarılıyorken, öte yandan kendi cinsine yabancılaşmaya doğru giden bir çelişki hali göze çarpıyor. Eksikliği hissedilen duyguların daha fazla altının çizildiği psikolojik bir gerçeklik olarak varlığını korusa da yalnızca görüntüde vurgulanan kadınlığın mağduriyetini en çok kadınlar yaşıyor.

“İdeal” kadını içten içe küçümseyen “hırçın” kadın, aslında ona yardımcı olmak istiyor ancak kendi varlığıyla farkında olmadan diğer kadınlar için tehdit sebebi oluyor. “İyi kadın”, eğer sesini çıkarmaya başlarsa ya da öfkesini ifade etmeye kalkarsa, onun gibi “şirret” etiketi alacağından ve toplum tarafından reddedileceğinden korkarak, rolünü sürdürmeye devam ediyor.

Toplumun en temel değeri olan ailelere baktığımızda durumun ciddiyetini daha net görebiliyoruz. İdeal kadınlarla evlilikler sürüyorken, öfkeli kadınların evlilikleri sekteye uğruyor. Erkekler “kavgacı, tepkisel, hırçın” kadınlarla evlenmek istemiyorlar. Kadınlar bunu erkeklerin güçlü kadın istemedikleri şeklinde yorumlasalar da sanki bu yaklaşım durumun gerçekliğini tam olarak yansıtmıyor. Dahası kavgacı, suçlayıcı, memnuniyetsiz annelerin ellerinde yetişen kızlar da annelerinin kopyaları oluyor. En çok kendi babalarına öfkeli yetişen bu genç kızların yaptıkları ve yapacakları evlilikler benzer ilişki sorunlarının devamı niteliği taşıyor. Sesini çıkarmayan anneler ve kızlarının durumu da pek iç açıcı değil. Depresyon, yaygın kaygı bozuklukları, psikosomatik rahatsızlıklar en çok bu gurupta görülüyor.

Ne olacak biz kadınları hali?

İdeal kadını oynamak ya da duygularımızı hiçe sayarak kendi kişiliğimizi karşımızdakinin benliğinde eritmekle, başta kendimiz sonra da her şey ve herkesle kavgalı olmak arasında bir seçim yapmak zorunda değiliz. Üçüncü bir seçenek daha var. Mesela Yaratıcımızın üzerimizdeki izlerini takip ederek doğru kodlara ulaşabiliriz. “Kadın” olarak yaratılmış olmaktan memnun olarak işe başlayabilir, gittikçe uzaklaştığımız fıtratımıza dönebiliriz. Allah’ın Cemal sıfatı en çok kadınların üzerinde güzel duruyor. İyilik, şefkat, af, cömertlik, ikram en çok kadınlara yakışıyor. Kendimizi ifade ederken Cemal dilini kullanmayı öğrenebiliriz. Erkek çocuklarımızı “erkek gibi” yetiştirmeyi başardığımızda, kadınların kendi fıtratlarıyla barışması kolay olacak. Erkek eşine hak ettiği saygıyı, hürmeti göstermeye başladığında, eşinin duygularına kulak verip, onu, sesini duyurmak için bağırmak zorunda bırakmadığında kadınlar kadınlıklarından memnun olacak.

Yıllarca eşinin sözlü ve fiziksel şiddetine maruz kalmış bir kadın danışanımın, torunları olduktan sonra yaşadığı ilk öfke patlamasında eşinin verdiği tepki durumu çok çarpıcı özetliyor: “Birisi karıma akıl veriyor, evliliğimizi yıkmak istiyor. Bu sözler, yıllarca bana karşı hiçbir kırıcı davranışı olmamış bir insana ait olamaz”.

Karısının ideal kadını oynamaktan yorgun düşmüş olabileceği hiç aklına gelmeyen bir erkeğin, artık sesini çıkarmaya başlayan eşini kabul etmekte zorlanması çok da şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan kısım; biz kadınların (en çok da okumuş yazmışlarımızın), seçimlerimizi yaparken gördüklerimizi modellemekten ya da şahit olduklarımızdan kaçınmaktan başka bir refleks ortaya koyamıyor oluşumuzda. Eğitim düzeylerimiz, görmüş geçirmişliğimiz arttıkça, gitgide kendimize yabancılaşmamızda. Erkeklerle eşit hak ve özgürlüklere sahip olmanın yolunun eleştirdiğimiz bazı erkekler gibi davranmaktan geçtiğini sanmamızda.

Öyleyse bir sonraki yazının konusu, “olumsuz duyguları etkili ifade etme biçimleri” üzerine olsun. Cemal dilini öğrenmeye çalışalım.

Şimdilik kalın sağlıcakla.