Obama'nın dış politikası: sonun başlangıcı

George Friedman

Ağustos ayı biterken, Obama'nın başkanlığının ilk evresi de bitiyor. ABD Başkanlarının ilk ayları, kilit mevkileri doldurmak, dış politika ve ulusal güvenlik politikasının vâsıtlarına öğrenmekle geçer. Yabancı liderleri ilk ziyaret turları ve dış politikada deneme kabilinden ilk akınlar da yapılır. İlk yazlar, Kuzey yarımküresi liderlerinin yıllık tatillerine, bir krizi yahut savaşı engellercesine, dış politika sahasında çok az şeye şahit olur. Sonra Eylül ayı gelir ve dünya hareketlenmeye başlar ve başkanın dış politkasının ilk evresi biter. Başkan ne tür bir dış politika yürüteceğini düşünmüyordur artık; bir dış politikası vardır ve onu yürütmektedir.

Dolayısıyla da şöyle bir durup ABD Başkanı Barack Obama'nın dış politika alanında ne yapmayacağını değil de ne yaptığını ve ne yapmakta olduğunu düşünmek için iyi bir noktadayız. Daha önce de belirttiğimiz üzere, Obama'nın dış politikasında bahse değer tek şey, eski Başkan George W.Bush'un politikalarıyla ne kadar da tutarlı olduğudur. Şaşırtıcı değil bu. Başkanlar kısıtlamalar dünyasında hareket ederler; seçenekleri sınırlıdır. Obama'nın Bush dış politikasından ne de az saptığını kaydetmek için duraklamaya değer yine de.

Obama, 2008 Başkanlık seçim kampanyası sırasında, bilhassa da kampanyanın ilk safhalarında, Irak Savaşına karşı çıktı. İlk duruşunun en önemli öğesi, bu savaşın bir hata olduğu ve bu savaşa bir son vereceği idi. Obama, Bush politikalarının – daha önemlisi, tarzının – Amerikan müttefiklerini yabacılaştırdığını savundu. Tektaraflı dış politika izlemekle, müttefiklerle uyumlu hareket etmede başarısızlık sergileyerek onları soğutmakla suçladı Bush'u. Böyle yaparken, Irak Savaşı'nın Amerika'nın başarıyla yürüteceği herhangi bir savaşta ihtiyaç duyacağı uluslararası koalisyonu yıktığını savundu. Obama, Irak'ın odak kayması olduğunu, gayretin Afganistan üzerinde olması gerektiğini de belirtti. ABD'nin Afganistan'da NATO müttefiklerinin desteğine ihtiyaç duyduğunu savundu. Bir Obama yönetiminin Avrupalılara uzanıp Amerika'nın bağlarını yeniden tesis edeceğini ve onlardan daha büyük destek kazanacağını söyledi.

Irak'ta yaklaşık 40 ülke Amerika'yla işbirliği yapmasına rağmen – gerçi çoğunun katkısı sembolik olmaktan öteye geçmez – önde gelen kıta Avrupası güçleri, özellikle Fransa ve Almanya, katılmayı reddettiler. Obama, müttefikleri yabancılaştırmaktan bahsederken açıktır ki bu iki ülkeyi ve ABD'nin Soğuk Savaş koalisyonunda bulunan fakat Irak'ta katılmayı istemeyen ve şimdi faal halde ABD politikasına husumet besleyen daha küçük Avrupa güçlerini kastetmişti.

Avrupa'nın terslemesi

Obama, iktidarının ilk evresinde, iki stratejik karar aldı. Birincisi, Irak'tan derhal çekilme yönünde emir vermek yerine, siyasi istikrara ve Irak güvenlik güçlerinin gelişimine paralel olarak aşamalı bir çekilme öngören Bush yönetiminin politikasını benimsedi. Çekilme zamanını öne aldıysa da temel stratejiye el sürmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, çekilme işine nezaret etsin diye Bush'un savunma bakanı Robert Gates'i yerinde tuttu.
İkincisi, Afganistan'daki asker sayısını artırdı. Bush yönetimi, 11 Eylül itibariyle kendisini Afganistan'a adamıştı. Ancak eldeki kuvvetlere, düşman kapaistesine ve tarihi kayıtlara bakarak savunma durumunda kalmıştı ki yapılabileceklerin en iyisiydi özellikle de Pentagon yönünü neredeyse hemen Irak'ı istila ve müteakip işgale çevirmiş ve tekrar odaklanmışken. Bush yönetimi, sonlara doğru – General David Petraeus'un etkisiyle - Afganistan'da bir nevi siyasi uzlaşma ihtimalini aramaya başlamıştı.
Obama, Afganistan stratejisini şu şekilde değiştirdi: Savunma durumundan seçici bir saldırı ve savunma durumuna geçti ve Afganistan'a daha fazla kuvvet gönderdi. Dolayısıyla, Obama politikasının ana yapısı, sınırlı saldırıların başlatılması müstesna, Bush'un politikalarıyla aynıdır. Obama'nın Beyaz Saray'a yerleşmesinden bu yana yaşanan ana değişimlerden biri, Pakistanlıların Taliban ve el Kaide'ye karşı hiç değilse kendi sınırları dâhilinde daha saldırgan bir duruş sergilemeleridir (veya hiç değilse daha saldırgan görünmeyi istemeleridir). Fakat bu durumda bile Obama'nın temel stratejisi, Bush'unkiyle yine aynıdır: Siyasi durumun bir siyasi uzlaşmanın mümkün olduğu noktaya evrilmesine dek Afganistan'da kalmak.

En ilginç olanı, Obama'nın Fransızları ve Almanları kazanmada çok az başarı kaydetmesidir. Bush, Afganistan'da yardım talep etmekten vazgeçmişti ama Obama tekrar denedi. Bush'a verilen cevabın aynısını aldı. Fransızlar ve Almanlar, küçük ve kısa vadeli bir yardım hâriç, Obama'nın dış politika gayretlerine kuvvet sağlamada gönülsüzler ki dikkat çeken bir şeydir.
Avrupalıların Bush'tan hoşnutsuzluklarının derecesine ve ABD-Avrupa ilişkilerini bir zamanlar seyrettiği (hiç değilse onların nazarında) o eski haline döndürecek bir başkana sahip olma arzularına bakınca, Fransızların ve Almanların Avrupa yanlısı bir başkan seçtiği için ABD'yi ödüllendirici kaydadeğer bir duruş sergilemeye arzulu olacakları düşünenler çıkmış olabilir. Obama'yı güçlendirmeleri muhakkak ki onların menfaatinedir. Bu duruşu sergilemeye gönülsüz olduklarını göstermiş olmaları, Paris ve Berlin nezdinde, Fransa ve Almanya'nın ABD'yle ilişkilerinin görünenden daha az önemli olduğunu telkin ediyor. Avrupa yanlısı bir başkan olan Obama, Fransa ve Almanya'nın onaylamadıkları bir savaş [Irak Savaşı] üzerine onayladıkları bir savaşı [Afganistan Savaşını] vurguluyor ve onların yardımını istiyordu fakat fiilen hiçbir destek gelmedi.

Rusya resetlemiyor

Obama'nın Avrupa ilişkilerini resetlemek arzusuyla ABD-Rusya ilişkilerini resetleme arzusu birbirine uymaktadır. 2004 sonu ve 2005 başlarında Ukrayna'da yaşanan Turuncu Devrim'den bu yana, ABD-Rusya ilişkileri çarpıcı bir biçimde kötüleşti; Moskova, Rusya'yı zayıflatmak amacıyla eski Sovyet Cumhuriyetleri'nin içişlerine karışmakla suçladı Washington'ı. İlişkilerin kötüleşmesi, Rus-Gürcü Savaşı'nda doruğuna tırmandı. Obama yönetimi bu yüzden ilişkileri "resetlemeyi" teklif etti ve Dışişleri Bakanı Hillary Clinton Ruslarla baharda yaptığı toplantıya "reset düğmesi" denilen bir kutu götürdü.

Rusların isteyeceği son şey, ABD'yle ilişkileri resetlemekti ve elbette ki bu bir problemdir. Ruslar, Turuncu Devrimi'nden sonraki döneme veya Sovyetlerin çöküşü ve Turuncu Devrim arasındaki döneme dönmeyi istemediler. Obama yönetiminin herşeyi sıfırlayıp ilişkileri yeniden başlatma çağrısı, Ruslar ve Amerikalılar arasındaki mesafeyi göstermiştir: Ruslar bu ikinci döneme ekonomik ve jeopolitik felâket nazarıyla bakarken, Amerikalılar bu aynı dönemi bütünüyle tatmin edici bulmaktadırlar. Her iki görüş de tamamen anlaşılabilirdir.

Obama yönetimi, Bush dönemi Rusya politikasını sürdürme sinyali veriyordu. Bu politikaya göre Rusya'nın eski Sovyet Cumhuriyetleri'nde öncelik iddia etmek gibi meşru bir hakkı yoktur ve ABD, herhangi bir ülkeyle ikili ilişkiler geliştirme ve NATO'yu dilediği gibi genişletme hakkına sahiptir. Fakat Bush yönetimi, Rus liderliğini 1991'den sonra gelişen ilişkilerin temel mimarisine uymada gönülsüz ve Amerikalıların istikrarlı ve arzu edilir bir ilişki hakkında ne düşündüğünü makul olmayan bir şekilde yeniden tanımlarken buldu. Rusya'nın tepkisi, iki ülke arasında tümden yeni bir ilişkinin başlaması veya Amerikan husumetini Rus husumetiyle karşılayan bağımsız bir dış politika izlenmesi şeklindeydi. ABD-Rusya ilişkilerinde sürekliliği vurgularcasına, Polonya'ya muhasım Amerikan-Rus ilişkilerinin sembolü olan balistik füze savunma sisteminin kurulması planları değişmeden olduğu gibi kaldı.
Altta yatan problem şu ki Soğuk savaş nesli Amerikalı Rus uzmanların yerini artık olgunluk çağına erişmiş ve otoritenin başına geçmiş Soğuk Savaş sonrası uzmanlar aldı. Şayet Soğuk savaşçılar 1960'larda şekillenmişlerse, Soğuk Savaş sonrası savaşçılar da 1990'lara ebediyen takılıp kalmışlardır. Onlar, 1990'ların Rusya'nın reformdan geçirileceği istikrarlı bir platform sağladığına ve fakirliğe batmış, uluslararası sahadaki önemli rolünü kaybetmiş Rusların homurdanmasının basitçe, Soğuk Savaş sonrası düzenin parçası olduğuna inanıyorlar. Ekonomik güç olmaksızın, Rusya'nın uluslararası sahada önemli bir oyuncu olmayı ümit edemeyeceğine inanıyorlar. Rusya, nüfuzunun zirvesindeyken bile ekonomik bir güç değil askeri güçtü ki kayda alınmaz. Dolayısıyla da Rusya'nın 1990'lardaki seyre geri dönmesini daima bekliyorlar ve inanıyorlar ki Moskova böyle yapmadığı takdirde çökecektir – Wall Street Journal'de yayınlanan söyleşide ABD Başkan yardımcısı Joe Biden'ın Rusya'nın çöküşünü ekonomik ve demografik bakımdan ele almasını da açıklar bu. Obama'nın kilit danışmanları Bill Clinton döneminden geliyor ve onların Rusya hakkındaki görüşü – Bush yönetimindekilerin görüşleri gibi – 1990'larda şekillenmiştir.

Diğer ülkelerle ilişkilerde dış politika sürekliliği

ABD-Çin politikasına baktığımızda, Bush yönetimininkine benzer modeli görürüz. ABD, Obama döneminde, Bush yönetimin yaptığı gibi, Çin'le ekonomik bağları muhafaza etmede ve siyasi pürüzlerden sakınmada o aynı çıkara sahip. Doğrusu, Hillary Clinton, Çin ziyareti sırasında insan hakları meselelerine bulaşmayı açık bir şekilde reddetti. Seçim kampanyası sırasında Çin'de insan hakları meseleleriyle ilgilenme sözleri yok oldu. Her iki ülkenin çıkarlarına bakınca bir anlam ifade ediyor ancak Obama Beyaz Saray'a yerleşeli beri bu konuda Çin'le konuşmak (ve seçim vaadini yerine getirmek) için geniş bir imkanın (Uygur ayaklanmaları) olduğunu kaydetmeye değer.
Obama yönetiminin ilk başlarında üç büyük açılış yapıldı: Küba, İran ve Kahire'den İslam dünyasına hitab. Kübalılar ve İranlılar Obama'nın açılışını terslediler; İslam dünyasına hitabın net sonucu ise henüz belli değil. İran'la ilişkilerde dış politika sürekliliğine tanık oluyoruz. Obama, Tahran'ın nükleer programa son vermesini talep etmeyi sürdürüyor ve İran Eylül sonuna kadar ciddi bir şekilde müzakerelere başlamadığı takdirde, müeyyideleri artırmayı vaadediyor.

İsrail'e gelince, ABD sadece havayı değiştirdi. Bush ve Obama yönetimleri, önceki pek çok yönetimler gibi, İsraillilerden yerleşim birimleri inşasına son vermelerini talep ettiler. İsrailliler genelde meselenin daha büyük bir kısmını gözardı ederken küçük bir kısmına razı olmuşlardır. Obama yönetimi bunu mesele yapmaya hazırmış gibi göründü ama İran ve Lübnan konusu üzerinde İsraillilerle güvenlik işbirliğini (ve galiba istihbarat işbirliğini) muhafaza etmeyi sürdürdü. Bush yönetimi gibi Obama yönetimi de yerleşimlerin, köklü stratejik çıkarların ayağına dolanmasına izin vermedi.

Bu bir Obama eleştirisi değil. Başkanlar - tüm başkanlar – kazanacak bir platformda ilerlerler. Şayet iyi başkanlarsa, yönetmek için bu vaatleri geride bırakacaklar, olması gerektiği gibi. Obama'nın yaptığı da bu. Bush'un antitezi olarak başkan oldu. Dış politikasını George Bush sanki kendisiymiş gibi uyguladı. Böyle oldu çünkü Bush'un dış politikasını şekillendiren gerekliliklerdi ve Obama'nın dış politikasını da aynı gereklilikler şekillendiriyor. Gerçeklerden bağımsız yönetebileceğine inanan başkanlar başarısızdır. Obama'nın başarız olmaya niyeti yok.

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı