2008 başkanlık yarışındaki zaferinin siyasî ehemmiyeti Amerika açısından çok büyük olsa da Barack Obama, dünyada içeriye oranla hep daha popüler oldu.
Yine de, bir Afrikalı Amerikalının ülkedeki en yüksek makama seçilebilmesi, ırkçılıkla mücadelenin uzun tarihinde son derece önemli bir kazanımdı. Beyaz Saray'da geçirdiği bir yılın ardından Obama'nın dünya sahnesindeki lider konumu, bir dizi çok zorlu sorunla baş etmeye çalışan Amerikan başkanı konumundan daha popüler olmaya devam ediyor. Ancak Obama'nın yıldızı, en azından geçici süreyle, küresel düzeyde de sönmüş durumda. Vizyon sahibi söylemine ikna edici bir performans eşlik etmediğinden, özellikle Ortadoğu ve Asya gibi bir dizi hayatî meselede Washington'dan yeni bir şeyler beklenemeyeceği eğilimi yükselişte.
Bush dönemiyle karşılaştırıldığında uluslararası planda ona müteşekkir olmak için birçok sebep bulunduğu hissiyatı uluslararası arenada ona ciddi miktarda siyasal sermaye kazandırıyor. Göreve gelir gelmez dünyanın mevcut durumunda devam etmekte olan ihtilaflara dair barıştırıcı ifadeler kullanarak çok yumuşak bir ton seçen Obama, mümkün olduğu her yerde diplomasi ve çok taraflılığa başvurmak konusunda istekli görünüyor. Bush'un ardından gelmek yardımcı bir faktör ama yeterli değil ve Bush olmamanın getirdiği avantajları zaman geçtikçe kaybediyor. Başkanlığının ilk aylarında, Obama'nın sözleri, yüreklere su serpmeye ve dünya kamuoyunu, en sonunda ihtilafların çözümüne yapıcı bir şekilde yaklaşan bir lidere kavuşulduğunu inandırmaya yetti. Obama'nın Türkiye ve Kâhire'de Müslüman âlemiyle ilişkilere dair yaptığı vizyon sahibi konuşmalar ve İsrail-Filistin ihtilafına ve İran meselesine diplomatik çözüm bulunmasının aciliyetine yaptığı vurgu çok umut vericiydi. Yüksek makamlardaki bir Amerikalının, nükleer silah kullanmış olan tek ülke olan Birleşik Devletler'in özel sorumluluğunu ilk defa kabul etmesi anlamına gelmesi itibarıyla nükleer silahlardan arınmış bir dünya vizyonunu ortaya koyduğu 2009 Nisan'ında Prag'da yaptığı konuşma bir başka kritik andı. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, her ne kadar eylemlerden ziyâde vaatlere ve umutlara dayanarak ödüllendirmek bir hayli nadir rastlanan ve tedbirsiz bir davranış olsa da Oslo'daki Nobel Komitesi'nin onu barış ödülüne neden layık gördüğü bir miktar anlaşılabiliyor. Bilhassa Afganistan'daki Amerikan güçlerindeki artış göz önünde bulundurulduğunda, Nobel ödülünden bu yana bir bumerang etkisi olduğu söylenebilir.
israil işleri zorlaştırıyor
Dış politika gündeminin en önemli maddelerinden biri olduğunu tekrar tekrar ilan ettiği İsrail-Filistin ihtilafındaki beceriksiz gayretleri, bu olumsuz izlenimi iyice güçlendirdi. Obama'nın İsrail'e, barış sürecinin yeniden başlatılmasının şartı olarak Doğu Kudüs de dahil olmak üzere işgal altındaki Filistin'de yerleşim yapımını dondurması çağrısı yapmasıyla bu soyut niyet ilanı daha da umut verici hale gelmişti. Eğer yerine ulaşsaydı, bu çağrı, barış görüşmeleri yapılacaksa İsrail'in, Filistinlilerin yasal ve ahlakî haklarını tanıdığını gösteren sembolik bir adım atmak suretiyle asgari bir samimiyet işareti vermesi gerektiğinden fazlası değildi. İsrail'den tek beklenen, yerleşim yerlerinin kanunsuz şekilde genişletilmesini sadece geçici bir süreyle durdurmasıydı. Ancak bu kadarı bile, sağcı İsrail hükümetinden çok fazla şey istemek anlamına geliyordu ki; hükümet, Obama geri adım atana kadar direndi. Amerikalı liderler, Doğu Kudüs, kamu binaları ve devam etmekte olan yerleşim yerleri dışarıda tutulmasına rağmen İsrail'in 10 aylık kısmî bir dondurmaya yanaşmasına övgüler düzdü. Netanyahu'nun yerleşimcileri, 10 aylık süre dolar dolmaz yerleşim yerlerinin büyütülmesinin devam edeceği konusunda teskin etmesiyle bu harekete bile gölge düşmüştü. Tüm bunlara rağmen bazı yerleşimciler, Tel Aviv'in Washington'ın barış görüşmelerine katkı çabasına bu ufacık cevabına misilleme olarak Filistin köylerine ve topraklarına saldırmaya başladı ve bir camiye zarar verdi. Beyaz Saray, İsrail'in uzlaştırma çabalarını baltalama yönündeki bu girişimlerini seyretmekle yetindi. Hiçbir şeye sesini çıkartmayan Filistin Otoritesi bile yerleşim yerleri konusunda Obama'nın tamamen dondurma konusundaki ilk önerisinde ısrarcı olmasını talep etti.
Obama'nın, barış görüşmelerine derhal yeniden başlanması çağrısı ya çok saftı ya da bundan daha kötü bir ihtimal söz konusu. Anlamlı müzakereler için gerekli koşulları mevcut değildi. FKÖ ile Hamas arasındaki kopukluk ve Filistin Otoritesi'nin hâli göz önünde bulundurulduğunda, Filistin'in temsili bir hayli sorunlu bir mesele. İsrail tarafında da durum hiç iç açıcı değildi. Tel Aviv'in gördüğü en sağ koalisyon, Kudüs'ün tamamı üzerinde hâkim olma talebinden vazgeçmeye, Filistinli sığınmacıların geri dönüşü meselesini ele almaya ve yerleşimci hareketine desteğini gözden geçirmeye niyeti olmadığını açıkça ortaya koydu. İki devlet çerçevesinin gittikçe gözden düştüğü göz önünde bulundurulduğunda, böylesi bir süreçten çıkacak bir uzlaşmanın kendi kaderini tayin hakkı çerçevesindeki adil bir çözüm için verilen Filistin mücadelesinin teslim bayrağını çekmesinin resmiyete dökülmesinden başka bir anlama gelmeyeceği ortadaydı. İnsan, Obama diplomasisine dair iki yargıdan hangisinin daha ikna edici olduğu üzerinde akıl yormadan edemiyor: Mevcut durumdaki teşekkülleriyle tarafların uygun bir sonuca ulaşmasının imkânsız olduğunu anlayamamak mı, yoksa müzakere masasına geri dönen Washington'ın Filistinlileri, dünyaya "barış" diye sunulabilecek olan kendi haklarını inkâr eden aşağılayıcı bir formüle ikna edebileceğini hissetmek mi? 1993'de Edward Said, ilk barış süreci olan Oslo çerçevesini, adil bir uzlaşmaya varılmasını sağlayamayacağı gerekçesiyle düzenbazlık olarak tanımlamıştı. Hayatta olsaydı Obama'nın bu tek taraflı ihtilaf çözme tarzına nasıl sert şekilde karşı çıkacağını ancak tahayyül edebiliriz.
Obama'nın Afganistan Savaşı konusunda benimsediği yaklaşım da bazı açılardan bir o kadar rahatsız edici. İsrail-Filistin meselesinin aksine, başkanlık kampanyası esnasında kendini destekleyenleri, Irak'tan aşamalı olarak çekilmek, Afganistan'daki rolünü ise artırmak niyetinde olduğu hususunda uyarmıştı. Obama'ya göre hiç başlamamış olması gereken Irak Savaşı bir an evvel bitirilmeliydi; Afganistan Savaşı ise Amerika'nın ve dünyanın güvenliği açısından elzemdi ve Bush yıllarında olduğu gibi küçümsenmemeliydi. Bu şartlarda Obama'nın aynı Savunma Bakanı Robert Gates ve aynı ordu komutanı General David Petraeus'la çalışmaya devam etmesi, çok beklenmedik olmasa da yapıcı bir değişimin reçetesi olmasa gerek. Daha da beteri, Obama'nın, Petraeus'un tavsiyesine uyarak Afganistan'da, geleneksel bir ordu komutanının yerine kontrgerilla uzmanı olan ve Afganistan'ın kontrolünde olan bölgelerinde insan hakları konusunda korkunç bir dosyaya sahip olan Stanley McChyristal'ı geçirmesiydi. Birliklerin sayısını 30.000 yerine 60.000 artırmakla aşamalı şekilde çekilmek arasında orta yol bulma arayışında Obama, her zamanki düşünceliliğini sergiliyordu ancak süreçte siyasî tartışmalardaki iki ana katılımcıyı da memnun edememeyi başardı. Cumhuriyetçiler, Başkan'ın askerin tavsiyelerini dinleyerek küçültme ya da çekilme senaryolarını göz önünde bulundurmamasını isterken Demokratik Parti'nin, Obama'nın seçilmesi için çok uğraş veren savaş karşıtı tabanı, Başkan'ın müdahaleden tamamen çekilmesini arzu ediyordu. Karar iki tarafın da hoşuna gitmezken asıl gücenen Obama'nın kendi partisindeki savaş karşıtlarıydı. Bu militarist adımın sebep olduğu hoşnutsuzluk bir yana, Afgan politikasının bir hayal kırıklığına ve ardından da neredeyse kesin bir başarısızlığa gittiği ortada.
bürokrat seçimindeki yanlışlıklar
Kararının kendisinden daha hayal kırıklığına uğratıcı olan, seçilen yolu değiştirmeyi reddetmesiydi. Karzai hükümeti, son derece ilkel ve beceriksizce çaldığı 2009 seçimlerinde itibarını tamamen kaybetmişti. İçerideki meşruiyetini yitirmiş yolsuz liderlerle işbirliği halinde yapılan müdahalelerin zor durumdaki bir hükümete masum yardımdan ziyâde ulusal direnişi meşrulaştıran bir işgal olarak algılanmak suretiyle halkı yabancıların askerî varlığına karşı çıkmaya ittiğini yakın tarihte görmüştük. Bu, Vietnam Savaşı'ndan alınmayan dersi hatırlatıyor.
İklim değişikliği hususunda, karbon emisyonlarını düşürmeye çalışan Obama'nın sezgileri olumluydu; ancak bir kez daha, özel çıkarlar devreye girdi ve pek ilerleme kaydedileceğe benzemiyor. Obama, Kopenhag'da, uluslararası itibarını kullanarak iyi kötü bir sonuca varmaya çalıştı ve hükümetleri, önümüzdeki on yıllarda zararlı emisyonlarını azaltmak için neler yapmaya hazır olduklarını açıklamaya mecbur etti. Böylesi taahhütlerin, küresel ısınmanın Afrika'da kuraklıkların artması, deniz seviyelerinin tehlikeli şekilde yükselmesi ve okyanusların korkutucu derecede asitlenmesi gibi beklenen zararlarının engellenmesi için yeterli olacağı bir hayli şüpheli. Amerikan başkanlığı halen dünya üzerindeki en etkili konum olmaya devam etmekle birlikte, bir başkanın en önemli politik meseleleri değişen şartlara, önceliklere ve değerlere adapte etmek için yapabilecekleri asgari seviyede. Liderlik, büyük medyanın da yardımıyla özel çıkarlar ve kudretli dış güçler tarafından çalışamaz hale getirilebiliyor.
İçerideki durum azıcık daha parlak. Obama, 1930'ların bunalımından bu yana görülmüş en kötü ekonomik krizi devraldı. Bu noktada da, seçim kampanyasının ana teması değişim olan bir lider olmakla birlikte, göreve başladıktan sonra sürekliliği seçti. Wall Street bankacılarının ve finans kesiminin güvenini kazanmak için nafile yere "Amerika Ana Caddesi"ni sattı. Sonuç olarak hisse senedi piyasasını kurtaran ama vatandaşların genelini ve özellikle de iktisadî çöküşün sonucunda işlerini ve evlerini yitirenleri yok sayan bir eyleme imza attı. İşsizlere yönelik olmayan kurtarma operasyonunun Demokratlar ve bağımsızlar nezdinde yarattığı hoşnutsuzluk iki vali ve bir senatör için yapılan seçimlerden Cumhuriyetçilerin zaferle çıkmasıyla kendini gösterdi. En sonunda iki haneli işsizlik rakamını düşürmek konusundaki kararlılığının altını çizen Obama, bir hayli geç tepki verdi. Öte yandan, vergi mükelleflerinin paralarıyla iflastan kurtulan başarısız şirket yöneticilerinin milyonlarca dolarlık bonuslarıyla yan yana yaşamaya devam ediyor. Ulusal güvenlik atamalarında olduğu gibi, iktisadî politikalarda da Obama, aralarında Stiglitz ve Krugman gibi Nobel ödüllülerin de yer aldığı saygın ekonomistlerin eleştirilerine kulak tıkayarak etrafını emlak balonu ve çok riskli bankacılık ve yatırım siyasetlerinin sorumsuz mimar ve yürütücüleriyle sardı.
entagon'u, borsayı ve lobileri ikna etmek zorunda!
New York Borsası'nın ağırlığının oy veren çoğunluğun siyasî iradesini hiçe saydırdığına bir kez daha tanık oluyoruz. Hakikat şu ki, para/yatırım camiasının onayını almayan seçilmiş bir liderin hükümet edebilmesi pek mümkün değil. Söz konusu camia da başarısız savaşların gösterdiği gibi, eski başarısızlıklardan ders almayı ısrarla reddediyor ve aynı başarısızlıkların acı şekilde tekrarlanmasına sebep olacak siyasetleri benimsiyor.
Obama'nın küresel lider olarak limitlerinin bu değerlendirilmesi, kısmen, politikalarının ve yaklaşımının eleştirisi ancak asıl Amerikan başkanlarının önündeki yapısal engellerin yorumlanması olarak alınmalı. Birleşik Devletler'deki her siyasetçinin Pentagon'un, New York Borsası'nın ve İsrail lobisinin taleplerini tatmin etmekle mükellef olması, reforma en çok ihtiyaç duyulan meselelerde siyasî yeniliklerin yapılabileceği alanın çok geniş olmadığı anlamına geliyor. Obama zaman zaman, performansının reform ve değişim vaatlerine uygun olabilmesi için aşağıdan desteklenmesi gerektiğinin ipuçlarını verdi. Maalesef Obama'yı seçtiren tabanın dinamikliği çok sürmedi. Amerikan halkı an itibarıyla ya sinmiş ya da öfkeli vaziyette ki bu, hükümet karşıtı hissiyatı körüklüyor. Sağlık ve iklim değişikliği alanlarında son derece gerekli olan reformlar konusundaki gayretlerini sorumsuzca baltalayan Cumhuriyetçi Parti, Obama'yı olabildiğince kötü göstermeye çalışarak bu ruh haline oynuyor. Karamsar olmak için sebepler var. Ancak Barack Obama, Amerikan halkının bu şartlarda ortaya çıkartabileceği en iyi lider.
PROF. DR. RIchard Falk Princeton Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Zaman