Geçtiğimiz ay Barack Obama'nın Avrupa'ya yaptığı ziyaret, birçok dostluk demecine rağmen, jeostratejik olduğu kadar kültürel bir anlaşmazlığıda su yüzüne çıkardı. Obama, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne katılımı üzerinde ısrarla durdu.
Fransa cumhurbaşkanı N. Sarkozy, Avrupa Birliği'nin çoğunluğunun düşündüğü gibi bir cevap verdi: ''Türkiye ile imtiyazlı bir ilişki söz konusu olabilir, fakat Birliğe katılım gündemde değil. Türkiye ne coğrafi, ne de kültürel olarak Avrupalı değildir''.
Amerikalıların savunduğu görüşün yorumları hem çoğul hem de çelişkili; bu ise Avrupa'nın iç tezatlarını su yüzüne çıkarıyor. Çogunluk ABD'nin, Hazar Denizi bölgesinin petrol kaynaklarına ulaşma güvenliğini sağlama bağlamayı amaçladığından şüphelenirken; başkaları, amerikan politikasını adım adım takip eden Türkiye ve NATO vasıtasıyla, Avrupa üzerinde daha etkili olmayı arzuladığını vurguluyorlar. Bir başka grup ise, büyük ekonomik gereksinimleri, demografisi ve değişik kültürüyle Türkiye'yi Avrupa'ya bir ayak bağı gibi bulaştırarak zayıf düşürmeyi ve geleceğini belirsiz kılmayı planladıklarını kaydediyor.
Bu yorumların hiçbiri ne tamamen doğru ne de yanlış, fakat Avrupa'nın iç çelişkilerini, kimligi ve geleceğiyle ilgili kuşkularını su yüzüne çıkartması açısından çok önemli. Avrupa seçimleri yaklaşmakta, fakat kamu oyunda Türk sorunu önemli bir konu olarak belirmemektedir; buna rağmen gölgesi ''Avrupa kimliği'' ,''göçmenler'' ve ''islam sorunu'' gibi konular bağlamında varlığını devam ettiriyor.
Giderek sığ ve dar bir Avrupa görüşü geliştiren siyasi partiler güçleniyorlar: aynı partiler Avrupa'nın jüdeo-kretyen bir tarihi olduğunu, islama kuşku ile bakmanın gerekliliğini, göç'le sert ve acimasiz davranilmasini , ve bilhassa nüfusu yüksek ve müslüman Türkiye'nin reddinin bir gereklilik oldugunu savunmaktalar.
Avrupa ahalisi korku içerisinde, giderek daha fazla güvenlik istemekte, içinden geçilen ekonomik krizin sebep oldugu alış gücü düşüşünden ve bilhasssa yabancılardan koruma politikaları beklemektedirler. Bu yabancıların hem ekonomik hem de kültürel dengeyi bozacağında bir görüş birliğine varılmış gibidir. Bu bağlamda ''Türk sorunu'' Avrupa'nın hem içe kapanma dürtülerini ( bizi tehdit edenlere karşı ''beraber'' olma hissi ), hem de merkezkaç güçlerini ( jeostratejik bir görüşün ve bir dış politikanın bulunmayışı ) açığa vurmaktadır.
Türkiye'yi Avrupa tarihi ve coğrafyası dışında tutan kanıtlar ciddi bir analize dayanamıyorlar. Osmanlı İmparatorluğu 400 yılı aşkın bir süre boyunca Avrupa kıtasının siyasi ve stratejik geleceğini hem belirledi hem de paylaştı. Geçen yyıla kadar, Avrupa'nın ''hasta adamı'' oldu; hala bugün, tarihi ve ekonomik ağırlığı son derece belirleyici bir konumdadır. Avrupa'nın coğrafi sınırlarını günün siyasi ve ideolojik gereksinimleriyle çizmeye çalışmak kimseyi kandıramaz; aynı kriterler uygulanırsa, Kıbrıs'ın da Avrupa'nın dışında kalması gerekir. Bu bakış açısı Avrupa insanının karmakarışık tarihini, köken, bellek ve kültürünü hiçe saymaktadır. Türkiye nüfusunun % 40'ının etnik kökeni Avrupa'dan gelmekte, milyonlarca Türk herhangi bir Avrupa ülkesi vatandaşlığına sahip bulunmaktadır.
Asıl sorunlar başka yerlerde, ve bunlara cüretle bakmayı bilmeliyiz. Avrupa'lı politikacılar, kültürel ve dini sorunlara saplanacaklarına, gelecekle ilgili ciddi bir jeostratejik bakış açısı üzerine çalışmalıdırlar: İran, Suriye, Irak ve Orta Asya ile ilişkilerde, Türkiye'nin stratejik önemi göz ardı edilemez önemdedir; ekonomik ve askeri gücü, Orta Doğu ve Asya'da aranması şart haline gelen bir denge ve istikrar politikasına dahil edilmelidir.
Yakın tarihte Türkiye, bağımsızlığını ispatlama kaygısıyla, iki defa ABD'nin Orta Doğu ile ilgili askeri arzularına boyun eğmedi. Avrupa bir yandan ABD'yi tekyanlı bir dış politika izlemekle itham edip, diğer yandan, otonom bir dış politika kurma yollarını tıkayamaz. Bu hususda Avrupa'da gözlemlediğimiz fikir karmaşası korku vericidir.
Türkiye ve Avrupa arasındaki ticari ilişkiler devamlı hacim kazanmaya devam etmekte: 1990 ile 2003 yılları arasında ithalati 3'le, ihracatı ise 4'le çarpıldı. Bu ilişkilerin, daha büyük kapsamlı bir ekonomik ve politik çerçeveye sokulması hem Avrupa'yı hem de Türkiye'yi daha başarılı ve rekabetli kılar.
Avrupa ülkeleri yakın bir gelecekte derin ve sürekli bir el emeği darlığı problemiyle karşılaşacaklar: AB iç raporlarındaki rakamlar endişe verici, gelecek 20 yıl içerisinde Avrupa iş pazarının 15 milyon yeni işçiye ihtiyacı olacak. Avrupa'nın göçmen ahaliye ihtiyacı var. Meseleleri görmeyip, içe kapanık popülist politikalarla geçiştirmeye çalışmak ( kağıtsız yabancıları suçlu düşürme ve korkutma politikaları ) hiçbir işe yaramaz; aksine, bilhassa, muazzam nüfus hacmiyle Türkiye, önemli bir Avrupa ülkesi olarak görülmeli. Bunun için Avrupa'lıların İslam korkusunu aşmaları, ve Türkiye'nin AB'ne katılımı sürecini ''kültürel'' bir sorun haline sokmayı terk etmesi gerekir. Tek katılım kriteri olarak 1993 Kopenhag'ı elde tutmalılar; bu bağlamda ise , istense de istenmese de, Türkiye aşağı yukarı bu kriterlerin çoğunu gerçekleştirmiş vaziyettedir; 2004 Avrupa Komisyonu raporu bu olguyu açıkca belgelemektedir.
Halbuki tüm uzun tartışma, fikir değişikliği ve direnişin ardında yatan husus kültürel ve dinidir. Avrupalı politikacılar bu konuda, uzun vadededeki sosyal ve ekonomik ihtiyaçlarına gözlerini kapatarak, kısa vadede, popülist söylemlerle ahalilerinin dini ve kültürel korkularına cevap vermeyi tercih etmeye hazırlar. Milyonlarca erkek ve kadın hem Avrupalı hem de müslüman, ve Türkiye'nin AB'ne katılımı meselesi ne yeni ne de tehlikelidir. De facto İslam bir Avrupa dini, Türkiye ise Avrupa'nın kültürel, politik ve ekonomik geleceği içerisinde bulunmaktadır.
Avrupa'nın yeni bir dünya görüşü geliştirebilecek, Türkiye'nin İslam dünyası içerisinde, tarihi, coğrafi ve ekonomik kozlarıyla ne denli stratejik bir yer tuttuğunu , ve bu vasıtayla Avrupa'nın geleceğindeki önemini anlatabilecek politikacılara ihtiyacı var.
Tarihi ve siyasi şartların, Türkiye nin AB'ne katılımını zorunlu hale getireceği günü bekleyeceğimize, Türkiye nin Birliğe şimdiden girmesini, dini ve kültürel çeşitlilik bağlamında ve siyasi bir çerçeve içerisinde hazırlamalıyız. Avrupa içerisinde bir Türkiye, Avrupa'nın kendine özgü birçok prensibiyle tekrardan barışmasını gerektirecek; epeyi zamandır bazı pratikler bu prensiplere ihanet ettiler. (Le Monde / Opinions 17-04-2009)
Çeviri: A. Ceyhan / İkinci Grup