Biz, hepimiz, bir açıdan birbirimize benziyoruz. Ben Bostancı’daki dükkana sadece alış veriş için uğramıyorum; Münevver Özerşan’dan hayat mücadelesinin safhalarını dinlerken birşeyler öğreniyorum. O hiç karamsarlığa kaptırmadı kendini, yenildiğini düşünmedi, bir dükkanı kapatırken diğerini açmanın planını yapmasa bile hemen, arada kalan dönemde boş oturmamanın yollarını aradı. Erkenden evlendi, sorumsuzluğa katlanamadı; ister istemez bir boşanma yaşadı. Otantik giyim sevdiği için de evliliğini sürdüremedi sanki. Bir kalıba sığmıyor, baskıya, olduğundan farklı davranmasına dönük taleplere itaat etmeye, özellikle de görünüşe indirgenmeye gelmiyor.
Dükkanını ara sokağa taşımaya mecbur kaldığı bir tarihte tam arkadaşının yönettiği anaokuluna servis şöförü olmaya çağrılmıştı ki, aynı anaokulunun mutfağında buldu kendini. Fakat aklı hep giyim kuşamdaydı, ama nasıl...
“Genç kızken gömlek üzerine gömlek giyerdim, sevmezdim bedene yapışan giysileri; sonraları darlık zamanı olması yüzünden de değil, eteğimi bozup kızıma jile diktiğim olurdu; Kadıköy’de insanlar yolda çevirip sorarlardı, nereden aldınız diye...”
“Her kadının dolabında bir siyah chanel” olmalı demişti, bir moda yazarı. Başka biri daha farklı bir liste yaptı, yaz biterken. Hangi çizme hangi çantaya, hangi ceket kaban hangi etek pantalona uyacak...
Otantik giysinin başka türlü bir referansı oluyor. Barış atıflı toplantılarda boynuna yemeni dolayan kadınlar, o yemenilere ilişkin ortak bir ruha bir sevgi, saygı beslediklerini bildiriyorlar. Otantik giysi ayrıca çok imkânlı; ötesini berisini çekiştirmen gerekmiyor, zihin nasıl göründüğüne de takılmıyor. Otantik giyim desenleri ve kesimleriyle bizi acılarını içine gömmeye zorlayan bir tarihe, yadsınmış yağmalanmış bir coğrafyanın hassasiyetlerine açıyor. Bir asliyeti var giysinin ve bildirisi; tarihi dönemler tarafından denenmiş, sınamalardan geçmiş, doğaçlama nakışları dokularına sindirirken sınırları aşmış da gelmiş girmiş dolaplarımıza. Bol çoğunlukla, bedenimizin nasıl göründüğü üzerine iki üç kat fazla düşünmeye izin vermiyor. Üstelik kesimi sahibine uyum gösteriyor, anonimliği bir kaybetme olarak hissedilmiyor, galiba kişiliği sarmalarken arınmaya da yüreklendiren bir hazırlığa çoktan girişmiş giyecek olan; bunları Münevver’le konuşuyoruz.
Bu noktada Umberto Eco’nun “Günlük Yaşamdan Sanata” başlıklı kitabında yer alan, yıllar sonra yeniden blucin giyme deneyiminden hareketle kaleme aldığı “Böğürsel Düşünce” başlıklı yazısında dile getirdiği gardrop eleştirisine atıfta bulunmak yerinde olacak: “Moda kadını köleleştirdiyse, bunun tek nedeni, modanın kadını çekici olmaya, hafif, alımlı, tahrik edici bir tutum takınmaya zorlaması, böylece onu cinsel bir nesneye dönüştürmesi değildi” diye yazıyor Eco ve devam ediyor: “Kadının köleleştirilmesindeki temel neden, kadına salık verilen elbiselerin onu psikolojik olarak dışadönük yaşamaya zorlamasıydı.” (sf. 211, Can; 2012) Yani bir genç kız beğeni görmesi için biçilen o elbiseler içinde yaşadığı görünme biçimine özgü tedirginliklerle bir Madam Curie, bir Rosa Luxemburg, bir Fatma Bostan Ünsal nasıl olabilecek... Anıtkabir’i ziyaret eden yaşlı köylü kadının otantik giyimi nedeniyle “gerici” suçlamasıyla dışarı atılmasını dahi yaşamış bir ülke Türkiye. Hatta, 1960’larda Olgunlaşma Enstitüsü öğretmenlerine göre üç etekli cepkenli otantik giyim, “pis köylü kılığı”ndan başka birşey değildir.
Tesettür için geliştirilen (ve modayı göz önünde tutmadan edemeyen) kimi giysilerde bazen kendine çeki düzen vermeyi sürdürme halinin sıkıntısı yaşanıyor olabilir, hele bir de rızayı, takva ve tevazuyu yansıtma emeliyle bütünleşmiyorsa... Otantik giysi ise tesettürü murat eden bilince esnek bir karşılık sunuyor: Aniden yola düşebilir, gerektiğinde koşabilir, gerektiğinde oturduğunuz yerde geceleyebilirsiniz. O anlamda otantik olan aynı zamanda “modern” de: Şalvarın çeşitli yorumlarla korunan rahatlığını düşünün ve cepkenin elbiseyi tamamlama maharetini...
Ve bir de apaçık bir direniş modanın tahakkümüne: Biz işte bu şekilde rahat ve bildiğimiz gibi güzeliz, karışmayın giyim kuşamımıza... Alice Walker’in güzelim öyküsü “Günlük Kullanım”da anlattığı gibi: Otantik olanın duvarda süs olarak algılanması ya da sadece köklere işaret eden bir asalet belgesi olarak öne sürülmesi çok hayat dışı ve aynı zamanda züppece bir yargı değil mi...
Münevver Hanım’ın Kurtköy’de açtığı baharat dükkanı dönemi... Bir şey biter diğeri başlar. “Bir kere de şikayet et, dediler” diye anlatıyor. “Niye şikayet edeyim? Şükrederim hep. İyimserim. Ama ne yaptım? İşten eve, evden işe, bir şeye tenezzül etmedim. Dua, dua. İsyanlarım olmuştur. Evliyaların hayatını çok okudum. Baharat dükkanı döneminde ise Gazali... Bazen oturup sabaha kadar tespih çektim. Çantamda elli kuruş da olsa ekmek paramız oldu.”
Bir de “Ümmü Hüreyre” sanırsınız otantik giysi dükkanının sahibesini... Nerede olursa olsun sahipsiz kediler gelip onu buluyor.
Tabii ki “otantik” her zaman hafif olmuyor, ama seçenekler sunuyor. İran’ın güneyinde, aşırı sıcak altında bağda bahçede çalışan kadınlar belki binlerce yıldır bir tür maske kullanıyorlar, güneş yanığına karşı. Bir zamanlar Hürriyet gazetesi o maskeleri dini rejimin bir icadı olarak yorumladığı bir fotoğraflı haber yapmıştı.
Otantik giysi dediğin şimdilerde, daha ziyade Hint elbiseleri. Önce hafif başörtülerle girmişti dünyamıza; sonra tunikler, şalvarlarla genişledi alanı.
Bütün bunlar bir açıdan da nevzuhur şeyler, otantik de olsalar; eskiden sanki sadece İMÇ mağazaları vardı, mevsim yazmış kışmış; İslami kavramları çağrıştıran ya da büsbütün İslami kavramlardan oluşan bir isimle sizi çeken mağazanın modelleri tevazu adına bir teslimiyetle sorgusuz sualsiz kabul görmeliydi. Takvanızı kanıtlamak adına da mizacınıza, hayat tarzınıza hiç uymayan o geniş ve yerleri süpüren pardösüleri taşımanız gerekiyordu; yaz-kış. Ağırmış pardösü, kalınmış kumaşı; kendi seçimi olduğu takdirde giyenin, kimsenin söyleyecek bir sözü olmamalı. Ancak niye ille de o (sentetik ağırlıklı, yine de ağır mı ağır) kumaş ve niye mutlaka, hep, herkesi aynı kefeye koyan model... Kızım Meryem, etekli pantalonlu (kısmen üç etek havasında) bir giysi tasarlayıp dikmişti kendine, Tahran’da El-Zehra Üniversitesi’nde moda-tekstil öğrenimi gördüğü yıllarda. “Bu bizim milli hicap tarzımıza uymuyor” diyen tesettür devriyeleri tarafından sokakta yürürken tutuldu ve tebliğ amaçlı merkezlerden birine götürüldü. Ahmedinejat’ın ilk hükümetinin son yılı olmalı. Tesettür ayetlerinden haberdar olan kızıma merkezin tebliğ görevlilerinin yaptığı açıklama, milli tesettür tarzına uyumu toplumsal asayişle bütünleştiriyordu. Memurun “hicap” görüşü milli formayı aşıp da otantik giyimin sunduğu imkânlara uzanamayacak kadar güdümlü...
Otantik giysi, kamusal bir nitelik sunuyor yaydığı anonim temlerle; herhangi bir “kapalı moda” tarzının sunamadığı bir esnekliği var. Şık ama tesettürlü olmak çoğu kez Eco’nun anlattığı şekilde düşünsel derinleşmeye izin vermeyen rahatsız giyimi göze almak demek. Üslup sahibi olmaktan farklı, dışarıdan yükletilen, dışarının gözlerini üzerinde hissetmeyle ağırlaşan bir fazlalık bu: Sanki başörtüsünün yaşatmış olduğu, yaşatacak olması da ihtimal dahilinde görülen güçlükleri dengeleyebilir kurdela fiyonk yoğunluğu, doğrudan hedef seçilmeye de izin vermemesi umuluyor oluşturduğu şatafatlı perdeyle ve aynı zamanda içten içe bir zamanların İMÇ bloklarının kaba saba tasarımlarıyla da aceleci bir hesaplaşma gerçekleştiriyor. Tesettürü bütünsel ifadesinden kopararak başörtüsüne indirgeyen pratik de bu hesaplaşmanın parodisine dönüşüyor.
Bu açıdan bakılacak olursa otantik giyim çeşitlerini de kapsayan tesettür tarzının zihin ve ufuk açıcı olması beklenirken hangi sebeplerle “kapalı” olarak nitelendirildiği üzerine de ayrıca düşünmek gerek.
Otantik giyimle sokağa terkedilen kedileri veterinere taşımayı iş edinen mahalle ablaları ve Münevver Hanım’ın çöp kutusunda bulup da çekiçle boyayla adam ettiği tabureler arasında bir bağ var; aynı bağ Roboski’den barış için yollara düşen Halil Savda’ya da uzanıyor. “Darbe’ye Karşı 70 Milyon Adım Koalisyonu” yürüyüşü sırasında , mütesettir kadınlarla “sol” görüşlü aktivist kadınlar arasındaki yalın giyim ortaklığını dile getiren notlar almıştım defterime. Şimdilerde mütesettir olmayı özetlediği kadarıyla başörtüsü kullanmanın, daha sade yaşamak olarak anlaşılmadığını gösteren bir gidişattan şikayet ediyor, dindar hatta bazen de laik kesimden insanlar. Sanki başta taşınan bir yük de süsle püsle, markayla bir ışıltı, bir albeni kazandırılarak hafifletilebilir; yukarıda da değindim. Sözünü ettiğim yük algısı Eco’nun irdelediği gibi bir şekilde giyim kuşam alanında kadınları zorlarken, başka türlü bir varlık geliştirmeye izin vermediği ölçüde bir baskı kaynağına da dönüşüyor.
Niye otantik giysi sevdiğimi/zi anlatmayı denedim; bir diğer yazımda ise “süslü başörtüsü” eğiliminin sebeplerini irdelemeyi planlıyorum inşallah.