neye niyet neye kısmet

 


   evden çıkıp beşyüzevler’e yürüdüm. eski edirne asfaltı’nda taşıt bakındım. bakına bakına çukurçeşme-bosna’ya kadar gidince, bayrampaşa tarafına geçdim. bir halk otobüsüne bindim. otobüste aklıma geldi: internetteki satış noktalarına göre, sağmalcılar metro durağındaki bayide akbil satılıyormuş. orada inip sormağa niyet etdim. indim. akbil dolduran gazete bayiine, akbil satıp satmadığını sordum. satıyoruz, ama, şu an yok, dedi. depozitosu ne kadar, dedim. altı lira, dedi.

   oradan yürüyerek bayrampaşa belediyesi karşısındaki, bir ay kadar önce, doldurduğum anda kaybettiğim/çaldırdığım akbili dolduran gazete bayiine sordum. satıyorlarmış da. depozitosu yedi lira imiş. tamam, dedim; hepsini otuz liralık yap, yani yiğirmiüç liralık da doldur.

   demek, boşuna dememişler: soran dağ aşmış, sormayan düz yolda şaşmış. bir aya yakın zamandır sürdü benim düz yolda şaşmışlığım. halk otobüsü bekleme işkencesi. bu pısırıklığım yüzünden, i.e.t.t. otobüslerine binemiyor idim. oysa burnumun dibinde, hemen hemen, akbil dolduran bütün yerlerde satılıyormuş akbil. sormamanın zorluğunu, şaşmışlık olarak boşuna çekip durmuşum...

   akbili cebime koyup, gazhaneye doğru yürürken, göz vakfı’nın bayrampaşa göz hastahanesi önünde hacı nahid’i cep telefonundan aradım: benden adam olmaz; ne köy olur ne kasaba, dedim. her yerde akbil satılıyormuş, sormamak yüzünden bir aydır boşu boşuna sıkıntı çekdim. eski kafa işte...

   eski kafa demek ile, akşam oturduğumuz, mevlana’nın dükkanını kastetdim. saat ona/yiğirmiikiye kadar, mehmed ali, sezgin, said oturmuş idik. bir ara hakan da uğramış idi.

   saat onda/22 kalkdıkdan sonra, sezgin ve nahid ile, kadınlar pazarı meydanına inip, bir meydan kıraathanesinde ikişer bardak çay içip, onbire kadar oturmuşduk. onlar eminönü’ne doğru gitdi. ben, itfaiye durağına yürümüşdüm.

   durakda kırkbeş dakika beklediğim halde, binebileceğim bir halk otobüsü  gelmeyince, hacı nahid’i aradım. sezgin’i otobüse bindirip, eve dönmüş. ben hâlâ durakdayım, dedim. o sırada 86v i.e.t.t. otobüsü gelince binip, şehidlikde inmiş, tranvaya geçdikden sonra, saat sıfır sıfır on gibi ali fuad başgil durağında inmiş idim.

   gazhaneden çıkar çıkmaz hacı nahid’i aradım, cep telefonundan. eve girmek üzereyim, dedi. somuncu baba’ya gidip oturmuş. kimse gelmeyince, kalkıp eve gitmiş... arasaydın ya, gelecekdim işte; hani gelmeyecek idin; mehmed gelir, demiş idin, dedim. öyle işte, dedi. şimdi nereye gideceksin, dedi. fatih’e gideceğim, dedim.

   mehmed ali’yi aramaya ne kadar yeltendi isem de, arayamadım. saat onsekiz sularında kısa ileti göndermiş idim cep telefonuna. cevap vermemiş idi.

   fatih’e gider, belki eski kafa’ya bakarım. orada kimse varsa otururum saat ona kadar. yoksa, somuncu baba’ya gidip otururum, diye kurgulayıp, otobüs durağına yürüdüm. bayezid’e giden halk otobüsüne binip, aldığım yeni akbili kullandım. aksaray’da inip, horhor caddesinden itfaiyeye çıkdım. horhor, numunelik bir ortadoğu/güneydoğu menazırı arzediyor, diye düşündüm, cadde boyunca, tıp tarihi enstitüsü’nün kale kapısı portasına çıkıncaya kadar.

   eski kafa’ya gitme niyetiyle yürürken, yolumun üzerindeki, türk romanının kartalı, muharrir hüseyin beyin sevimli ve şifalı sahhaf dükkanına bakdım. salih bey, ahmed bey, osman bey ve ismail bey arkadaşlar oradaydı. kapıda duran roman muharriri hüseyin beye dedim ki: sen doğrudan cennetliksin; başka bir şey yapmana gerek yok: bu adamları çekiyorsun ya şu dünya hayatında, ecir olarak sana yeter, doğrudan cennetliksin!..

   kakara-kikiri, saat on onbeşe (22:15) kadar oturduk. bu arada üç tane kitab aldım: dünya’nın en güzel hikâyeleri antolojisi, bedîu’z-zamân el-hemezânî ve makâmeleri, montesquieu’nun iran mektubları. (salih bey meal, ahmed bey de birkaç kitab aldı. bende-i fakiriniz, sermayeyi akbile yüklediğinden, aldığım kitabların bedelini ahmed bey ödedi, sağolsun.)

   demek, neye niyet neye kısmet...

   hacı  nahid ile, elimizin altında telefon bulunduğu halde haberleşemiyoruz ve eski kafa niyetiyle yürürken, eski kitab salaşhanesinde, ‘hazain harabededir’ kavlince, bu cevherler (kitablar) ile karşılaşıyorum. bu hoşuma gitdi.

   salih ve ahmed bey, karagümrüğü’ne, ahmed beyin arabasıyla giderken, hassasiyet izharile ismail’i karagümrüğü’ne, beni de edirnekapısı’na kadar götürdüler. edirnekapısı durağında beş dakika kadar bekledikden sonra, uygun otobüs gelmeyince, minibüse bindim.

   vesselam.
 


   ...***...


   «o, o kibre hamiyet–i dîn ta’bir eder; kendisindeki kâfir nefse bakmaz.»

   «ya’ni, birinin kabâhatini gören, kendisinin kâfir-i hakîkat nefsine bakmaz da, o kabâhate öfkesine ve kendisini ondan temiz görmekden mütehassıl kibrine “hamiyet-i dîniyye” ve “gayret–i dîniyye” ta’bîr eder. bu beyt-i şerîfde “kendi nefsinizi unutarak, nâsa takvâ ile mi emrediyorsunuz?” âyet-i kerîmesine işâret buyrulur.» (mesnevî-i şerîf şerhi, a.a.konuk, kitab iki, shf 398, beyt 3389, ist, 2008)


   (“daha güzel bir dünya ve daha güzel bir türkiye”)