Neye göre nasıl yapılanacağız?

Demokrasilerde seçimler bir tür yenilenme sayılır. İktidar yarışına katılan siyasi partiler çeşitli vaadlerde bulunurlar. Bu, bizim gibi modernizasyon politikaları çerçevesinde sürekli yapılandırılan ülkelerde bir kat daha önem kazanmaktadır. "Yapılanma" sevimsiz bir kelime, neredeyse tamamen seküler çağrışıma sahip. En azından müteal/aşkın hiç bir referansı olmadığı açık; bundan dolayı ruhsuz, manevi derinlikten yoksun ve kuru. Öyle de olsa, yeniden "yapılanma" konusunda yaygın bir görüş var. Bu, birbirinden farklı düşünen çok sayıda çevrenin üzerinde mutabakata vardıkları temel bir nokta. Modernleşme süreçleri, bize her an yeniden talimatla kendimizi yapılandırmamız lüzumunu telkin ediyor, telkinlerin etkisinden kendimizi kurtarabilsek dahi, devletlerin ve hükümetlerin emredici politikaları bunu bize dayatıyor.
      
Ancak bir ideoloji olarak modernizme eleştiriler yöneltsek bile, sonuçta bütün dünya gibi bizler de "modern bir durum" yaşıyoruz. İster bu "durum"la çatışma yolunu seçelim, ister uyum sağlamayı geçerli sayalım, ister "aşma"nın mümkün formülünü geliştirelim; sonuçta alacağımız her kararı "bu durum"la bağlantılı ve "bu durum" içinde kalarak almak zorundayız.

Pekiyi, o zaman şu soruya cevap bulmaya çalışalım: Nasıl yeniden yapılanacağız?
      
Tabii ki siyasi grupların cevapları birbirinden farklı oluyor.
Türkiye'nin Batı ile bütünleşmesinden yana olan çevreler, söz konusu yeniden yapılanmanın "gelişmiş Batı"nın geçerli standartlarını referans gösteriyorlar: Eğer Türkiye yeniden yapılanacaksa, her alanda Batı'ya benzemeli. Önümüzde hazır bir yol haritası da var: AB üyelik süreci.
      
Geldiğimiz nokta, son iki yüz senedir yaşadığımız tecrübe, bu yolun pek de geçerli bir yol olmadığı konusunda bize zengin veriler sunmuş bulunuyor. Ama hala tartışma sürüyor; öyle anlaşılıyor ki, daha uzun bir zaman sürecek de. Burada ihmal edilen önemli bir nokta var: Türkiye'nin ve genelde aynı kulvarda yol almakta olan diğer İslam toplumlarının izlediği tarihi gelişme ile Batı'nın tarihi gelişmesi arasında köklü farklılıklar var. Eğer bundan sonra nasıl bir yol haritasını takip etmemiz gerektiğini anlamaya çalışırken, illa da bir mukayese yapmak gerekiyorsa, mukayeseye konu olacak Avrupa değil, Rusya ve İran'dır. Akademik seviyede yapılacak bir mukayese buna Mısır ve Hind’i de ekleme lüzumunu hissedecektir.
       
Türkiye ile beraber zikrettiğimiz söz konusu beşeri havzaların son iki yüz yıllık tarihlerini yakından gözden geçirenler bu üç ayrı havzada belli başlı köklü reform kararlarının hemen hemen aynı tarihlerde -beş on sene arayla- alınıp uygulamaya konulduğunu tespit edebilirler. Türkiye gibi Rusya ve İran'nın da birer Tanzimatı, Meşrutiyeti var. Anayasa hareketleri arasında şaşırtıcı benzerlikler bulmak mümkün. İran 1906'da Anayasa'ya geçerken Türkiye'de iki sene sonra ikinci meşrutiyet ilan edilmiş.  1917'de Rusya'da Bolşevik ihtilali olmuş, Türkiye bir kaç sene sonra, yani 1923'te Cumhuriyet'e geçmiş. İran'da aynı tarihlerde Pehlevi dönemi başlamış.
      
Türkiye'nin çok partili hayata geçmesi, Stalin'in ölümü ve İran'da 1953 Muhammed Musaddık hareketini izleyen gelişmeler birbirilerinden hiç kopuk değil. Her üç ülkede  aynı zamanlarda tarihsel kırılmalar vuku bulmuş; bu kırılmalarla beraber köklü reformlar dönemi başlamış bulunmaktadır.
      
Sözünü ettiğimiz benzerliğin son çarpıcı örnekleri geride bıraktığımız son on yıllarda gözlendi. Önce İran'da 1979'da büyük bir İslam devrimi yaşandı; devrimle idari, sosyal ve iktisadi kurumlar bir tür tepeden tırnağa değiştirildi. Aradan on sene geçmişti ki, bu sefer Sovyetler Birliği'nde büyük bir deprem yaşandı. Mihail Gorbaçov'un önderliğinde yeniden yapılanma (perestorika) ve açıklık (glasnost) dönemi başladı. Bütün kurumlarıyla yetmiş yıllık bir Sovyet sistemi göçüp gitti, yerini yeni Rusya almış oldu.
     
İran ve Rusya'da yaşananlar sıradan olaylar değildi kuşkusuz. Türkiye'de bilim adamları, aydınlar ve siyasi elitler gözlerini hep Avrupa'ya çevirmiş olduklarından bu her iki ülkede yaşananların gerçek sonuçlarını tam olarak değerlendiremediler. Aynı tarihlerde Türkiye'de de benzer reformlara geçilmesi gerekirdi. Aslında geçilmedi de değil.
     
Türkiye 1979'da aldığı 24 Ocak kararlarıyla ilk adımını atmıştı. Ardından 12 Eylül 1980 askeri darbesi geldi, fakat en önemli reform kararlarının 1983'te alındığında şüphe yok. Ancak Özal'ın vefatıyla bu gelişme sekteye uğradı. Islahat yönünde atılan adımlar her zaman sağlıklı ilerlemez. Çoğu zaman iki ileri bir geri sistemi geçerli olmaktadır. 1997’de vuku bulan 28 Şubat müdahalesi geri bir adımdı, değişim isteyen toplum buna 2002 Kasım seçimleriyle cevap verdi, bunu 2007 seçimleriyle pekiştirdi. Toplumun iki defa üst üste iktidara getirdiği AK Parti’den talebi, merkezi güçlere, bürokrasi üzerinden toplumsal hayatı ve iktisadi kaynakları kontrol eden iktidar seçkinlerine karşı idari, hukuki ve iktisadi güçlü bir hamle yapmanın imkanlarını oluşturmaktı. AK Parti’nin bunu ne kadar doğru algılayıp okuduğu ortada.
     
Bu sadece AK Parti’nin kusuru veya zaafı da değil. Kendini merkeze endeksleyerek siyaset yapan bütün sağ ve sol partilerin –ama özellikle din referanslardan hareketle sağa ve milliyetçiliğe doğru kayan partilerin- gelip de içinden çıkamadıkları handikaplardır.
      
Türkiye'de yeni anayasa, gelir adaleti, Kürt sorunu, toplumsal çözülme, aile ve başka alanlarda yaşanmakta olan sorun ve sıkıntıların sebeplerini burada aramak gerekir. Şu kesin bir gerçek ki, Türkiye yeni bir dönemin eşiğinde bulunuyor. Mısır ciddi bir reform sürecine girmiş bulunuyor. 1997’de İran’da başlayan üçüncü cumhuriyet ciddi sorunlarla yüz yüze gelmiş bulunuyor. Eğer bu ülkeler son iki yüz senede yaptıkları gibi reform ve değişim paketlerini hazır Batı’dan alacak, talimatla kalkınma programları uygulamaya kalkışacak olurlarsa içine girdikleri krizi daha da derinleştirecekler. Burada Müslüman entelektüellerin aktüel iktidardan, bürokratik kabullerden zihinlerini kurtarıp sahici şeyler söylemesi lazım.