Neden ölüm cezası? (2)

Gerek Zaman gazetesinde gerekse Dünya Bülteni’nde yayınlanan “Ölüm cezası”yla ilgili yazılarıma gelen eleştirilerin bir bölümüne cevap vermiştim (Bkz. Dünya Bülteni, İdam/1, 4 Nisan 2011 tarihli yazı). Şimdi söz konusu eleştirilerle ilgili cevabımın ikinci bölümünü yayınlıyorum.

Amsterdam Universitesi’nden R. Gökhan Koçer, bana yönelttiği eleştirisinde şunları demektedir:

“Batı uygarlığının devlet baskısından çok muzdarip olduğunu  söylüyor ve ‘bizim tarih boyunca devletlerden, sultan ve padişahlardan bağımsız bir hukukumuz olmuştur’   diyerek  İslam toplumlarında devlet dışında bir hukuksal alanın var olması sonucu böyle bir ‘devletin rastgele hukuk(suzluğ)undan muzdarip olma’ sorunun olmadığını öne sürüyorsunuz.

Bu iddianız hep eleştiregeldiğimiz oryantalist zihniyetin kutupsal karşıtı olan ve bu yüzden de onunla aynı paydayı  taşıyan bir “ötekileştirme”  ideolojisinin tezahürü gibi görünme tehlikesini ciddi bir biçimde taşıyor. Tüm İslam toplumlarının ortak bir tarihsel geçmiş ve dinamik ekseninde devlet-toplum ilişkilerini tanzim ettiklerini öne sürmek, bu toplumları yermek için yapıldığında da (oryantalistlerin tavrı), yüceltmek için yapıldığında da (sizin tavrınız) aynı tehlikeyi içerir; yani insan topluluklarının birbirlerinden özde ve kesin olarak farklı oldukları düşüncesini gerçekliğe bakışın temel varsayımı haline getirmek tehlikesinden söz ediyorum. Bu yapıldığında  Avrupa’daki İslam düşmanı kesimlerle ortak bir noktada birleşilmiş olur: bu kesimler de tüm Müslüman topluluklarının yapısal olarak ve kaçınılmaz bir biçimde “aşağı” olduklarını öne sürerken en temelde aynı varsayımdan hareket ediyorlar. Elbette, şu da göz ardı edilmemeli, dini ve kültürü ne olursa olsun, tüm insan topluluklarında aynı tür suçlara rastlıyoruz, ne yazık ki çocuklara yönelik şiddet bu suç kategorilerinden birini oluşturuyor. Yani iddianızın gerçek empirik  ispatı İslam toplumlarında çocuklara yönelik şiddet suçlarının olmadığını göstermek olabilirdi. Ne yazık ki durum bu değil, bu korkunç suçlar her yerde işleniyor.

Belirtmek gerekir ki, belli bir tarihten sonra Doğu/İslam toplumları –Emevi, Abbasi, Selçuklu, Endülüs, Osmanlı, Safevi vd.- ile Batı toplumları arasındaki farkın mahiyetini “İslam dini” belirlemiştir. Söz konusu toplumlarda İslamiyet, sadece Batı’daki gibi toplumsal hayatı “dini değerler ve manevi zemini” itibariyle etkilemekle kalmamış, hukuk nosyonunu da belirlemiştir. Batı’da Hıristiyanlığın hukuk üzerinde herhangi bir belirleyicilik vasfından söz edilemez. 476’da Roma yıkıldığında Vatikan onun örgütlenme modelini referans alarak  inisiyatifi ve iktidarı eline almış, ama hukuk alanında faiz ve boşanma yasağından başka Roma hukukuna herhangi bir katkı sağlayamamıştır. “Kilise hukuku” adı altında yüzyıllarca insan ilişkilerini düzenleyen hukuki mecmua ve kurallar Roma hukukunun kendisinden başkası değildir.

Roma hukuku, özünde bir devlet, yani muktedirlerin, mütegallibe güçlerin hukuku olduğundan, aynı yönde yönetenlerin ve yönetilenlerin dışında herkesin kendisine başvurabileceği, adaleti ve hakkaniyeti kendisiyle tesis edebileceği bir hukuk nosyonu ve bilincinin yerleşmesine yetmemiştir. Bunun tarihte Batı toplumlarına ne büyük acılar çektirdiğini, neden bir tür zorunluluklar sonucunda köylü ve sınıf savaşların Batı tarihinde ortaya çıktığını anlayabilmemiz için, bugün aydınlarımızın ve akademik dünyamızın zihni üzerindeki blokajların kaldırılması ve iki dünyanın tarihinin mukayeseli okunmasıyla mümkün olabilir ancak.

Tarih boyunca Batı’da hukuku yapanlar devlet ricalidir ve onlar da mütegallibe sınıflara mensup kimselerdi. Kilise ezilenlerin yanında değil, mütegallibe zümrelerin yanında yer aldı, aristokrasiyle tarihsel ittifak kurdu ve bunun sonucunda Kıta Avrupası’ndaki toprakların üçte birini kontrolü altına geçirdi ki, bu da Kilise’yi feodal sistemin ana sac ayaklarından biri kılan trajik bir durumdu.

İmparatorluğun dağılmasından sonra ortaya çıkan krallar ve prensler de kendi hukuklarını empoze ettiklerinden, toplumsal bilinçte herhangi bir değişiklik vuku bulmuş değildir. Yani sonuç itibariyle ister köylüler ve işçiler, ister burjuvazi veya sivil alanda varolmak isteyenler; kralın, imparatorun, prenslerin kısaca devletin kendilerini ezen hukukunun dışında, herkesin üzerine ittifak edeceği, gönül huzuruyla saygı duyacağı bir hukuk arayışına girmişlerdir ki, modern çağda ortaya çıkmış bulunan “hukuk devleti veya hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik rejimler” fikrinin tarihi kökleri buna dayanmaktadır. Anayasalar, hakim güçleri, yönetilenlerle beraber riayet edeceği bağlayıcı metinler, yani hukukun üstünlüğünü teminat alan sözleşme olarak ortaya çıkmışlardır.