Neden hâlâ sorun?

 
Kiminin Kürt, kiminin Doğu, kiminin terör dediği soruna neden hâlâ, çözüm bir yana, anlaşacağımız bir isim bile bulamadık? Bir problemi çözmenin ilk adımı sorunun teşhisinden geçer deniliyor. 
 
Sanırım ilk adım o değil. İlk adım soruna hangi çerçevede, hangi açıdan yaklaştığımızın bilincinde olmaktır. Teşhis gerekir, ancak bu kendi açımızın, görüşümüzün, algılamamızın teşhisi olmalıdır. Siyasi çözüm mü, askerî çözüm mü tartışması yanıltıcıdır, çünkü bu sıfatlar temel anlaşmazlığı ve açmazı gizlemekte, dikkati başka tarafa çekmekte. Sanki sorunun ne olduğunda anlaşmışız, sanki taraflar aynı paradigmanın sözcüleriymiş, aynı kaygıyı yaşayıp aynı amacı güdüyormuş da, yalnız pratik ve teknik bir konuda anlaşamıyormuş gibi tartışıyoruz. Siyasi/askerî çözüm tartışmasının arkasında yatanın ne olduğu açıklık kazanmadıkça, 'teşhis' de hep eksik kalacak. Doğal olarak tutarlı bir politika da izlenemeyecek.

Toplumsal bir olayın ne olduğu, sanıldığı gibi olaya bakarak, olayı inceleyerek anlaşılmaz. Gördüğümüzü 'anlamamız' ancak belli algılama referansına göre olur. Yani algılama biçiminiz 'anlamayı' belirler. Algılama referanslarımızın bilincinde değilsek anlamamız da sınırlı olacak. Sıradan bir örnek yardımcı olabilir. Bizi sürekli rahatsız eden yaramaz çocuk sorununa karşı ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı, 'yaramaz çocuktan' bizim ne anladığımıza bağlı. Ortaçağda yaşıyor ve çocuğun içine kötü ruhların sindiğine inanıyorsak çocuğu ateşe atar 'kurtarırız', dayağın cennetten çıktığına inanıyorsak yapacağımız çocuğu bir güzel dövmektir, davranış psikolojisine inanıyorsak çocuğa caydırmaca/ödüllendirme yöntemleri uygularız, çocuğun karakterini annesinin büyütme biçimine yoruyorsak çocuğu rahat bırakır, annesini ele alırız, vb. Yani farklı yaklaşımlar doğrudan bizim algılamamızdan kaynaklanıyor.

Bir an için ismini saptayamadığımız olayı bir yana bırakıp, sorunu çözmeye çalışan aktörlere bakalım. Bunlar aynı dünya görüşünü, aynı tarihsel referansları, aynı ideolojiyi paylaşmıyorlar. Dolayısıyla gördüklerini de farklı algılıyorlar. Yalnız temel bir iki aktörü söz konusu ederek daha somut olarak söylersek tablo şöyledir: Birileri ulusal paradigmaya inanarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar Türk ve Kürt milliyetçileridir. Kimileri de ulusal paradigmaya inanmayarak etnik bir sorun görüyor. Bunlar da ulusal paradigmaya gönülden bağlı olmayan herkestir. Avrupalısı dahil.

Kavga birinciler arasındadır ve bunlar arasında kavganın sürmemesi olanaksızdır. Çünkü inançları yüzünden uzlaşmaları, gönül rahatlığına erişip güvenli ve hoşnut hissedip barışçı yolu seçmeleri çok güç. Güçtür çünkü milliyetçi paradigmaları bunu gerektiriyor. Onların dünya algılamasında bazı temel ilkeler vardır: Milli gruplar Darwinist bir dünya içinde kavgalı olurlar, güçsüz olan tehlikededir, sert davranmazsa yok olur, sonunda güçlü olan kalabilir hayatta, 'insaniyet', barış gibi söylemler romantik bir yaklaşımdır, hatta tehlikeli aldatmacalardır, bizim bizden başka dostumuz yoktur, yani güvensizlik temel ilkedir, her milli grup öteki milli grubun karşısında olur, uzlaşma bir çöküşün ilk adımı olabilir. Okul kitaplarından bir cümle her şeyi açık bir biçimde özetliyor: 'Gerek büyük devletler gerekse bölge ülkeleri hiçbir zaman güçlü bir Türkiye istememektedir... Bu ülkelerin açık ve gizli emelleri vardır... Türkiye sürekli bir tehdit ile karşı karşıyadır.' Bu metin 'Terörün Sebepleri' konulu bir konferanstan alınıp okul kitabına aktarılmıştır.

Kürt milliyetçileri de farklı düşünmüyorlar: Milletler kendi milli devletlerine sahip olmalıdır. Yoksa esaret altında yaşıyor sayılırlar. Bu ise dayanılmaz bir ayıptır. Bu uğurda ölüm yeğdir. İnsan hakları bir aldatmacadır. Temel olan bağımsızlıktır. Gerçekçilikten de anlaşılan, her şeyin zor, kan, savaş ve güç ile elde edilebileceğidir. Bu iki grubun karşısında ise, etnik kimlikleri farklı da olsa, bu paradigmaya inanmayanlar vardır. Birincilerin bütün varsayımlarını ya kuşku ve güvensizlikle karşılıyorlar veya bütünüyle geçersiz sayıyorlar. Böyle bir konjonktürde, bu iki karşıt grubun (sosyal Darwinistlerle uzlaşmadan yana olan anti-ulusalcı grupları kastediyorum) bir araya gelip uzlaşma ile çözüm üretileceğini düşünmek aşırı iyimserlik olmaz mı? Bu tür inanca sahip olanların anlaşmalarının olanaksız olduğunu bunca yıllık deneyim kanıtladı ama hâlâ ortak 'taktik' ve 'strateji' görüşmeleri süregeliyor. Uzlaşma sağlandığında da, görülen o ki, bu anlaşma bir oyalanma olayından öte bir şey değildir. Çözüm üretmeyen, çekingen, öze dokunmayan yöntemler ve yaklaşımlar denenmekte. Sorunun isminde bile anlaşma sağlanmamaktadır.

Çözüm ne askerî ne de siyasidir, çok yanlı toplumsal bir sorundur. Çözüm de kavgacı milli bir dünya görüşüne inananlardan gelmeyecektir. Hatta bu tür güçler 'barış masasında' söz sahibi oldukları sürece her uzlaşma çabası başarısızlığa mahkum olacaktır. Bir yanlış anlamaya neden olmamak için hemen eklenmesi gerek şudur: Uzlaşmanın baltalanması kötü niyet sonucu değildir. Tam tersine bu olayın eksiksiz bütün aktörleri kendi açılarından iyi niyetlidirler. Hatta çoğu birçoğumuzun hiç yapmayacağı fedakârlığa da katlanmakta. Kendi hayatlarını bile seve seve verenlerini görüyoruz. Ama bu 'özverili' tutumları onların mutsuzluğa neden olan bir ideolojinin temsilcileri olmalarını engellemiyor. Samimi olmak ve zararlı olmak farklı kategorilerdir ama her ikisi de aynı anda aynı insanda var olabilir.

Toplumsal bir çözüm, soruna neden olan güçlerle değil, yani soruna ateşle gidip sorunu yaratanla değil, su hortumu ile gidenlerce sağlanacaktır. Bu toplumsal sorunun çözümü siyasi olacaktır ve bu yolun aktörleri başta siyasiler sonra da toplumun kendisidir. Başka türlü söylersek, çözümsüzlüğün sorumluluğu toplumda ve toplumun temsilcilerindedir. Ulusalcı fanatik güçler toplumca devre dışı bırakılmadıkça yol alınamaz. Konjonktür bana göre uygundur. Değildir diyenler, bari gerçekçi davranıp sitemde bulunmasınlar o zaman.
 

Kaynak: Zaman