Necip Fazıl'ın dönüşü

“Henüz hesaplaşmadık” diyordu Puşkin’in Bronz Süvarisi’nin kahramanı Yevgeni. “Yine geleceğim Geri dönüp onlara öğreteceğim!”

Tabiatın hışmı ve görkemli Petersburg’un aczi karşısında yalnız ve çaresiz bırakılmış yoksul kitlelerin temsilcisi gibidir Yevgeni. Vazife bilinci, misyon ahlakı, benlik şuuru… Bir şeyler hep eksik kalır, ama herkes aynı güçlü ses tonuyla geri döneceğini bildirmez.

Şimdi, bir kez daha Necip Fazıl Kısakürek zamanı. İçi buruk ayrılmıştı dünyadan, tamamlandığını duyduğu eseri İdeolocya Örgüsü’ne karşılık eksik kalan bir anlayış ve kabul uçurumundan söz ediyordu.

Geçen hafta sonunda Zeytinburnu Kültür Merkezi “Necip Fazıl Kısakürek’in doğumunun 110. Yılı Anısına” bir sempozyuma sahne oldu. Sempozyuma “Necip Fazıl’da evle agora arasında kurtarılacak kadın düşüncesi başlıklı bir sunumla katıldım.

Geçen yıl bu tarihlerde gerçekleşen İslamcılık sempozyumunun ardından Zeytinburnu Belediyesi bir kez daha “faaliyet olsun diye faaliyet” yapmaya mesafeli, ele aldığı başlığı ciddiyetle açma konusunda titiz tutumunu kanıtladı. Belediye Başkanı Murat Aydın ise sempozyumun başından sonuna kadar her sunumu dinledi.

Açılış konuşmasında Rasim Özdenören bir fikir ve eylem adamı NFK üzerinde durdu ve onunla ilgili kendisinin de dahil olduğu anekdotlar aktardı. Notlarıma düşen bazı cümleler şöyle: “Cumhuriyet döneminde ilk kez 1930-1940’larda bir birey olarak tek başına İslam fikriyatını terennüm etmiştir. Öncülleri olan Sait Halim, Saidi Nursi, Eşrep Edip gibi İslamcıların hedefleri Müslümanlardı. Necip Fazıl’ın hitap ettiği insanlar çevresinde ise din belirleyici olmaktan çıkmıştı. Hedef kitle artık herkesti. Tepeden inme jakoben bir dile sahip olması enteresandır. Bu dili bugünden değerlendirdiğimizde anakronizme düşebiliriz. Yetiştirilme tarzı, tahsil ve terbiyesinin belirleyiciliği hatırda tutulmalı. Hece veznini köylülükten kurtarıp kentli bireyin ifadesinde kullanmıştır.”

Necip Fazıl’ın şiirleri ve fikirleri bugün Türkiye Müslümanlarının katettiği mesafe açısından hangi etkilere sahip olmuştur? Fikriyatının Dünya Müslümanlarına tercüme edilmesinin önündeki engeller nelerdir? Necip Fazıl’ı çeşitli açılardan yeniden okumanın önemini hissettiren sunumların ortaya koyduğu soru, “post Necip Fazıl” döneminin ne denli mümkün ve anlamlı olduğuydu sanırım.

Kuşkusuz Milli Görüş geleneğinde NFK söylemi önemli bir atıf kaynağı, her ne kadar bu kaynağa yoğun itibar 1970’lerde siyasal sebeplerle sarsılmış gözükse de “Üstad”ın mütehakkim, ideolojisinin sınırlarını belirlerken keskinleşen ihtişamlı dili, bastırılmış cümlelerinin arayışı içindeki hüzünlü taşranın ve mütedeyyinlerin benliğinde kökleşmiştir. Öz yurdunda garipliğin sorularına cevap arayan simalara iktidarın (devletin) gerçekte kendisine ait olduğunu bildiren, onlara bunun için mücadele cesareti, özgüveni ve hırsını aşılayan bir dil, sözünü ettiğim.

Bir bakıma İttihatçı geleneğin kendine biçtiği “kurtarıcılık” misyonunu da içselleştirmiş olan bu dil, ister istemez bir vesayet iddiasıyla gelişir. Gerçi, konak terbiyesine karşılık NFK, “halkın benimsemesi” ilkesini vurgulamaktan geri durmamıştır. Aydının teklifinin ölçüsünü işte şöyle tasvir ediyor: “…bir cevherin halktan alınarak yine halka teklifi vazifesi…” (Büyük Doğu, 22 Şubat 1946)

Gelgelelim NFK dili esas olarak bir kurtarma sorumluluğu yüklenmiş dava adamının dilidir. Aynı zamanda sürekli kurtarılacak asıl üzerinden yenilmesi gereken bir düşmana da işaret etmeyi zorunlu kılan bir dildir bu. Hoş çatışmadan beslenen bir agora sorunu her zaman vardır. Kendisi –Ali Ayçil’in konuşması sırasında hatırlattığı gibi- mürşidinin yardımıyla o kuleden agoraya indiğini düşünür. Yine de –başta kadınlar olmak üzere- çeşitli kesimleri o agoradan kurtarmaya çalışan bir şövalye gibi yazar, anlatır ve davranır.

Sempozyum konuşmamda Necip Fazıl’ı yer yer Şeriati ile kıyasladım. Şeriati’nin kelimesi “özgürleşme”ydi, Necip Fazıl’ınki ise “kurtarmak”tır.

Kurtarıcılık seçkin ya da sıradan evlad-ı Osmanlı’nın en belirgin misyonu, kendini adadığı eylem. Bu misyon Cumhuriyet devrimlerinden rahatsızlığı birkaç sembole indirgeyerek sürer. Necip Fazıl’ın sesini şimdilerde Ayasofya’nın ibadete açılmasından her türlü yozlaşma ve kötülüğü CHP’ye yüklemeye varıncaya kadar birçok başlıkta duymamızın sebebi bu olsa gerek: Dini, dünyayı, Osmanlı mirasını, ahlâkı, dili, agorayı, şehirlerimizi, aileyi ve kadınları, genç nesilleri kurtarmak… Bu kurtarma işlemi İdeolocya Örgüsü’nde doğru-yanlış bir ıslah çabasını da içermeye çalışır. Otoriter, üstenci bir yeniden kurma süreci mesela evliliği gençlere “askerlik borcu” gibi erken yaşta dayatma gibi hükümler içerir. Kadın eve dönmelidir. Ancak dönülebilecek olan şimdi nasıl bir evdir, NFK bununla ilgilenmez.

İsmail Kara’nın konuşmasında irdelediği üzere kurtarıcılığı “özgürleşme” gereğini açmaya izin vermeyecek bir kapsamda programa dönüşür İdeolocya Örgüsü’nde.

Bir dönem geri planda kalmış olan NFK dilinin içinde bulunduğumuz yıllarda iktidara yerleşme sürecinde canlandırılması ilginçtir. Şartların bütünüyle aynı olmamasına karşılık bu canlandırma veya başvuru yöneliminin, siyasal ve kültürel alanlarda bir boşluktan ileri geldiği söylenilebilir. NFK’ya dönüşün dil ve söylem alanında bir konformizme karşılık geldiği açık. Yoğun bir kutuplaşma zamanının ezici (barok) muhalefet dili, şimdiki halde rövanşın ötesine geçecek şekilde statükoyu dönüştürmenin imkânları konusunda bir handikap oluşturmaya başlıyor. Dönem birçok açıdan değil de alışılmış kutuplaşma kalıpları açısından tarif edilirken de atıfların pratik sebeplerle NFK’nın mücadelesi ve diline geri dönmesi olağan hale geliyor.

Oysa ne iktidar ne de muhalefet geçmiştekinin bir tekrarı halinde okunabilir. NFK’nın “henüz hesaplaşmadığı” tam olarak neydi, kurtarıcılık misyonu bugün nasıl anlaşılabilir? Eğer siyaseti kültür ve medeniyet değerleri açısından bir imkân olarak görüyorsak, bu dilin muhasebesini yapmaya zorunluyuz. Zeytinburnu Belediyesi’nin Necip Fazıl Sempozyumu bu muhasebe için değerli bir katkı oldu.

İzleyebildiğim oturumlardan aldığım notlardan bazılarını aktarıyorum:

Necip Fazıl Kısakürek’in şiir üzerine düşüncelerini dile getirdiği bir dizi yazıya “poetika” adını koyduğunu ve Türk şiirine Baudelaire’ci anlamda modern yalnızlığı ilk taşıyan şair olduğunu belirtti. Ali Emre “Edebiyat Mahkemeleri”nin bir tür minyatür edebiyat tarihi olduğunu belirtti. Zor beğenen düşünürün değerlendirmelerinde pek merhametli olduğu söylenemez Emre’ye göre. Misal, bu mahkemelerde Namık Kemal dev aynasına çıkarılmış cüce olarak görünür. Hüseyin Su’nun “Necip Fazıl Öyküleri ve Öykücülüğü” üzerine sunumunu dinleme şansına sahip olamadım ama sonraki oturumlarda atıflara konu olan sunum metnini en kısa zamanda okumayı umuyorum.

Benim katıldığım oturum Prof. Dr. İsmail Kara’nın “İdeolocya Örgüsü Nasıl Ele Alınabilir?” başlıklı sunumuyla başladı. Kara, düşünürün bu kitabı baş eseri sayarken yanı sıra şiirleri ve diğer eserlerini “müştemilat” ya da “katık” olarak tanımlamasının altını çizdi. Buna karşılık, İdeolocya Örgüsü’nün fikir ve atıflarından ziyade şairane ve sanatkarane üslubuyla, -Hüseyin Su’nun ifade etmiş olduğu şekilde- bir tür “kalem şaşaasıyla” öne çıkan bir eser olduğunu belirtti. Kitabın bu açıdan ele alınıp eleştirilmesinin altını çizdi. Mustafa Tekin “Necip Fazıl’da İslamcı Refleksler” başlıklı sunumunda düşünürün İslam’ı yeni bir yol olarak görmesinin İslamcılık açısından önemini irdeledi. İslam’ı bir dava, kolektif bir pozisyon olarak ifadesini ve bu yönde hayatını ortaya koymasının önemli olduğunu belirtti. “Necip Fazıl’ın Düşüncesinde Tasavvuf” üzerine konuşan Ekrem Demirli NFK’nın çilesini ifade ettiği yerde dikkatimizi daha güçlü bir şekilde çekerken, sıra çözüme geldiğinde bu etkinin azaldığını, düşünürün “bulmuş” bir adamın çilesinin nasıl olacağını bize anlatmadığını belirtti. Buradan hareketle meselenin bulmuş olmaktan çok insanın iman ettiği Allah’ı tanıma mücadelesi ve bu yoldaki yürüyüşü olduğu gerçeğinin altını çizdi.

Asım Öz ise “Necip Fazıl Çerçevesinden Ardıllarının Eleştirisi” başlıklı sunumunda düşünürü nasıl okumak gerektiği sorusunun üzerinde durdu. Öz’ün ele aldığı önemli hususlardan biri, Necip Fazıl’ın ütopyasının İslam âlemindeki düşünsel hareketlilikle “olumlu atıftan yoksun” ilişkisinin niceliğiydi. Öz,  1960’ların ikinci yarısından itibaren Büyük Doğu söyleminin hatta İdeolocya Örgüsü dilinin bir tür etkisizleşme yaşamasıyla aynı dönemde kendini duyuran ve İslamcılık hareketini besleyen tercüme hareketlerinin oluşturduğu dalga arasındaki kopukluğa dair dikkat çeken tespitlerde bulundu.

Gelecek yazımda kendi konuşmamdaki başlıca temaları ele alacağım.