Ne olacak bu AB’nin hali?

21-23 Haziran"da Brüksel"de AB zirvesi gerçekleşti. Nihayetinde beklenen oldu ve Polonya son ana kadar tabiri caiz ise diğer AB üyesi devlet başkanlarının burnundan getirdi. Rahatlatan haber 23 Haziran Cumartesi günü sabah 04:24"de geldi ve AB zirvesine katılan devlet ve hükümet başkanları, ortak bir metinde anlaşabildiler. Daha doğrusu Polonya"yı ikna edebildiler. Zirve sırasında yaşananlar ise, polisiye romanları aratmayacak cinsten olaylardı.

 

Polonya, zirve öncesi bütün görüşmelerde açıkça söyleyemediği hususları zirve sırasında seslendirmeye çalıştı. Ancak bu diğer AB üyesi ülkeler tarafından ciddiye alınmadı. Polonya"nın itirazları özellikle, AB içerisinde ki oy dağılımında yoğunlaşmıştı. İtirazlarını gerekçelendirebilmek içinde olmadık hinliği denemeye çalıştılar. Bunlardan biride, Polonya başbakanının ifade ettiği, “aslında günümüzde Polonya"nın nüfusu 66 milyon olacaktı. Ancak ikinci dünya savaşı sırasında bizleri öldürdünüz. Ondan dolayı nüfusumuz 38 milyonda kaldı. Bundan dolayı, bizim hem komisyonda, hem de AB parlamentosunda daha fazla temsil edilmemiz gerekir”, demeleriydi. Geride yatan geçek ise, Devlet Başkanı ve Başbakan olan Kaczynski ikiz kardeşlerin babası, ikinci dünya savaşı sırasında Almanlar tarafından öldürülmüştü. Bir bakıma, kendi akıllarınca bunun intikamını Almanya"dan alıyorlardı. Ancak Kaczynski kardeşlerin yaşamış oldukları bu dram ve travma, az daha hem onların siyasi hayatlarına, hem de AB gibi büyük bir ekonomik gücün geleceğine ve yerinde saymasına sebep olacaktı.

 

Bu günkü AB"yi ve içerde yaşanan siyasi çekişmeleri anlayabilmek için, çok geriye gitmeye gerek yok. Sadece 2. Dünya savaşı öncesi Avrupa"daki siyasi yapıyı incelemek yeterli. Almanya"nın ilk saldırdığı ülke Polonya. Daha sonra Batı Avrupa ülkeleri. Ancak, Hitler ve ordusu, Batı Avrupa da fazla baskı oluşturmamış. Lakin Polonya ve Doğu Avrupa da, gittiği her yere, zulümle ve katliamla gitmiş. En büyük Toplama kampları Polonya"da kurulmuş. Savaşın bitmesine yakın, Almanya içlerine doğru ilerleyen Doğu Avrupa, daha doğrusu Ruslar ve Polonyalılar, savaş bitmek üzere olmasına rağmen aynı şekilde karşılık vermişler, bir bakıma Hitler"in yaptıklarının intikamını almışlar. En büyük örnek yine Almanya-Polonya sınırındaki, bu günkü ismiyle Szczecin (eski ismiyle Stettin) şehri. Şehir, eski bir Alman (Prusya) şehri olmasına karşın, savaş sonrası Polonya"ya verilmiş ve oradaki tüm Almanlar, Almanya"ya sürülmüşlerdir. Bunun gibi örnekleri çoğaltabiliriz.

 

Birde olayın günümüzde yaşanan siyasi ve sosyal boyutu var. Varşova enstitüsünün, Almanya"da yapmış olduğu araştırmaya göre, sokaktaki insanın "POLEN" (=Polonyalı=Polonya) kelimesi denilince, kafasında bağlantı kurduğu canlanan hususlar, Araba kaçakçılığı, Hırsızlık ve Fuhuş. Almanya"da ki sokaktaki insanın kafasındaki Polonya resmi bu. Oder nehrinin diğer yakasındaki Polonya"da ise, ciddiye alınmamanın verdiği bir eziklik ve geçmişten günümüze getirilen, Alman mezalimi var. Buradaki karşılaştırmayı, istediğimiz şekilde, istediğimiz eski doğu bloku ülkesini alarak çoğaltabiliriz. Bu sadece bilinen ve tespit edilmiş bir örnek.

 

Polonya ile Almanya arasında, geçmişten kaynaklanan ve günümüzde değişik şekilde kendini gösteren problemlerin gölgesi altında başlayan bir AB zirvesinde başarı beklemek, pek de mümkün gözüken bir sonuç değildi. Polonya diretiyor ve Almanya bastırıyor, diğerleri ise bir şekilde, kendi çıkarlarını korumaya çalışıyorlardı.

 

Bu arada, dönem başkanı Merkel"in Brüksel"de, Polonya"nın ayak diretmesine dayanamayıp, artık her şeyden vazgeçip, zirveyi Polonya olmaksızın toplamaya çalışması da, kayda değer bir arka plan notu olarak değerlendirilebilir. Bu teklif diğer üye devletler tarafından pek sıcak karşılanmasa da, İspanya, Fransa ve Lüksemburg"lu diplomatların, Polonya"yı ikna etmek için devreye girmelerine ve görünüşte herkesi memnun eden bir ortak çözüme ulaşmalarına zemin hazırlamıştır.

 

Polonya, Merkel"in restini görmüş ve izolasyon korkusu ve içteki baskılar nedeniyle, taleplerinden vazgeçmiştir. AB"nin ve Almanya"nın Polonya"yı izole etmesi mümkün müydü? diye hemen bir soru gelebilir okuyucuların aklına. Geçmişte bunun örnekleri yaşanmıştır. Avusturya"da aşırı sağcı  Jörg Haider"in iktidara gelmesi ve başbakan olması üzerine, Fransa ve Almanya, AB üzerinden uyguladıkları baskı sonucu, Haider"in siyasi kişiliğini şüphede bırakacak şekilde açıklamalar bulunmuşlar, dolaylı da olsa çekilmesini sağlamışlar ve daha sonraki yapılan Avusturya seçimlerinde, farklı bir parlamento yapısının ortaya çıkmasında etkili olmuşlardır. Benzer şekilde, Polonya"yı AB"ye sokan Başbakan L.Miller, Schröder ve Chirac"ın tavsiyeleri üzerine, Polonya AB"ye girdikten bir gün sonra Başbakanlıktan istifa etmiş ve Schröder ve Chirac bu olayı akıllı ve yerinde bir karar diye yorumlamışlardı. İspanya"da her şeye rağmen direnen ve Irak"ta ABD ile işbirliği içerisinde çalışan, J.M. Aznar, seçim kararı aldı. O dönemde, belirgin olmasa da, AB içerisinde bir İspanya-Almanya-Fransa üçgeninde huzursuzluklar vardı. Seçim öncesi, Aznar ve Partisi tüm anketlerde önde giderken, bir anda Madrid"de patlayan bombalarla, halkın tercihi, sağdan sola doğru kaydı ve ABD karşıtı sosyalistler iktidara geldiler ve ilk iş olarak da, İspanya, Irak"taki askeri güçlerini geri çektiler. Yine aynı şekilde, dönemin Almanya Başbakanı ve Fransa Başkanı, İspanya"daki bu değişikliği sevinçle karşıladılar. Bunlar sadece bir kaç örnek. Dolayısıyla Merkel"in Polonya"ya karşı savurduğu tehdidin, blöf olmaktan da öte gerçekleşme ihtimali olan, bir fikir beyanı olarak kabul edilmesi gerekir.

 

 

Tekrar Brüksel"e dönelim. Brüksel"de çetin müzakereler sonucu bir metinde anlaşmaya varıldı. Bazı siyasilere göre, anlaşmaya varılan metin, kabul edilmeyen AB anayasasının değişik bir dille kaleme alınmış şekli. Ancak, etrafında tartışmaların yaşandığı oylama sistemi, karar alma mekanizması ve genişleme gibi konularda istenilen kararların çıkması sağlanamadı. Almanya tarafından önerilen, AB başkanlığı ve AB dış işleri bakanlığı, tanımlamadaki küçük değişiklerle kabul edildi. İngiltere"nin baskısı ile AB Dışişleri bakanı yerine, Yüksek düzeyde siyasi temsilci gibi bir ifade kullanılacak. Bu şekilde, AB"nin dış politika alanında tek bir ağızdan kararlar alması sağlanacak ve AB içinde DIŞ politika uygulamalarında çok sesliliğin önüne geçilecek

 

Ancak, AB"nin siyasi bir güç olarak ta etkin olmasını sağlayacak, ortak güvenlik ve dış politika uygulamasında sadece tavsiye kararları alındı. İngiltere, hiç bir şekilde AB"nin ortak bir dış politika uygulamasını kabul etmiyor. İngiltere, yine ortak güvenlik ve polisiye uygulamalarında, AB"nin aldığı kararlara uymama ayrıcalığını elinde tutuyor. Schengen Anlaşması sürekli genişlerken, buna karşı çıkan tek ülke halen İngiltere.

 

Komisyondaki üye sayısı 27"den 15"e düşürüldü. Şu anki mevcut duruma göre, her üye ülke Komisyonda bir üye bulunduruyor. Sözleşme yürürlüğe girerse, komisyon üyeleri, artık Avrupa Konseyi(Devlet ve hükümet başkanlarından oluşuyor) tarafından seçilecek. İlk etapta makul gibi görünen bu değişiklik, gelecekte hem Avrupa Konseyini hem de başkentler arasındaki siyasi çekişmeyi arttıracak en büyük sebeplerden biri olacak.

 

Oy verme sistemi ve karar alma mekanizmasında gerçi Polonya doğma ihtimali olan çocukları ve ikinci dünya savaşında öldürülen vatandaşlarını nüfus hesaplamasına dâhil ettiremedi ama, 2009"a kadar yürürlüğe girmesi istenen yeni sistem 2014 yılına ertelendi ve istenirse üye ülkeler tarafından 2017 yılına kadar da Nis (=Nizza) Sözleşmesi hükümlerine atıfta bulunulabilecek. Yani en az 10 yıl daha eski tas eski hamam.

 

Sıradan Avrupalı açısından önemli sayılabilecek,  Temel İnsan Hakları Manzumesi (Charta der EU Grundrechte) prensiplerinin eski anayasada olduğu gibi kabul edilmesi. Daha doğrusu, yeni oluşturulacak sözleşmede, 2004 yılındaki hükümetler arasındaki konferansta alınan kararlara atıfta bulunulacak İngiltere, kendi iç hukuku açısından bunu da kabul etmiyor ve yazılı bir anayasası olmadığı için, bunu zorlama kabul ediyor ve bu hususta kendi iç hukuku uygulamalarının yürürlükte kalması hakkını saklı tutuyor. Birde tabi, bu günlerde siyaset arenasından çekilecek Tony Blair"in yerini alacak olan, Gordon Brown"un pek de öyle AB taraftarı bir çizgide olmayışı, İngiltere"nin AB"yi her zaman bloke etme tehlikesini beraberinde getiriyor.

 

Fransa ve Hollanda baskısı ile AB sözleşmesinin genişleme ile ilgili 49.maddesine “ Avrupa Konseyi"nin belirlediği kriterler dikkate alınır” diye bir ifade sokuşturuldu. Aslında, pek de öyle korkulacak bir şey değil. Sadece, daha önce belirlenen Kopenhag Kriterlerine bu sayede atıf yapılıyor ancak, bir zorunluluk değil. Kopenhag kriterleri zaten her zaman, Demokles"in Kılıcı gibi, Türkiye"nin başının üzerinde sallanıp duruyor.

 

Brüksel zirvesine katılan her devlet başkanı zirveyi bir başarı olarak lanse ediyorlar. Özellikle Almanya"da Merkel"in politik becerisi ve başarısından söz ediliyor. Ama bu anlatıldığı şekli ile bir başarımı? Yoksa hezimet mi? onu da ilerleyen zaman gösterecek.

 

Şimdi şu günlede, AB hükümetler arası konferansı organize edilecek ve alınan bu kararlar tekrar sözleşme haline getirilecek ve tamamen geçerli olması için üye her ülke, kendi anayasasının ve yasaların kabul ettiği şekli ile bu sözleşmeleri iç hukuklarında ratifike yani tasdik edecekler. Öngörülen süre 2009 yılı. Bu yıl içerisinde AB parlamento seçimleri var. Ondan önce, bütün üye ülkelerde bu yeni anlaşmanın kabul edilmesi bekleniyor. Bazı ülkeler mutlaka halk oylamasını şart koşuyor. Mesela İrlanda gibi. Bazı ülkelerde ise, halk oylaması var ama bağlayıcı değil. 27 üye ülkeden birinde dahi sözleşme onaylanmaz ise, sözleşme geçersiz ve uygulaması imkânsız hale geliyor. Örneği: AB Anayasası. Bugünkü mevcut durumun sebebi, AB Anayasasının Fransa ve Hollanda"da red edilmesi. Şimdi, AB üyesi ülkelerde, 2009 yılına kadar, AB sırtından iç politika yapılacak. Mevcut muhalefetler, yapılacak oylamaları fırsat bilip hükümetlere yüklenecekler. Bazı ülkelerde, yine AB Anayasasında olduğu gibi umulmadık kararlar çıkabilir. Hatta, bu durum güçlü gözüken hükümetleri dahi yıpratıp, bazı üye ülkelerde İktidar değişikliğine yol açabilir. Bu da AB siyasi arenasında yeni yüzler ve yeni fikirler demektir.

 

Avrupalı, sokaktaki insan artık geçim derdinde ve eski refah dönemleri mumla aranıyor artık. Ekonomik açıdan örneğin Almanya, rekor üstüne rekor kırsa da, ekonomideki rahtlık ve büyüme artık eskisi gibi sokaktaki insana yansımıyor. Burada da belirgin bir şekilde aşırı yoksul kesimler oluşuyor. Tarımsal alanda, özellikle ilk 12 üye ülkelerden olan ve tarım sektöründe söz sahibi olan Almanya ve Fransa"da çiftçiler bizim siyasilerin tabiri ile kan ağlamaktalar ve tek sebep olarak AB"nin yanlış uyguladıklarını düşündükleri tarım politikaları olduğunu düşünüyorlar. AB"nin doğu blokundan gelen yeni üyelerinden, Almanya, Fransa ve Hollanda"ya tarım sektöründe, boğaz tokluğuna çalışmaya gelenler olmasa, ayakta kalacak güçleri kalmadı. Brüksel ile AB"nin diğer başkentleri arasında siyasi açıdan bir bağ bulunsa bile, sokaktaki insan gittikçe AB"den uzaklaşıyor.

 

Dış politika alanında, bir Rusya ile, bir ÇİN ile bir Hindistan ile, nasıl bir politika izleneceği, izlenecek ortak politikanın içerikleri ve çerçevesi, Brüksel"de alınan kararların devamındaki gelişmelere bağlı. Bu ülkelerle ilişkilerde sadece AB başkanı ve Dış İşleri sorumlusunun yaklaşımı yeterli olmayacak, üye ülkelerin tutumları da önemli rol oynayacak. Ekonomik açıdan bu ülkelerle yapılan işbirliği anlaşmaları da, AB"nin geleceğinde rol oynayacak.

 

Brüksel zirvesinde pek gündeme gelmese de, AB başkentlerinin, Türkiye"nin üyeliğinde takınacağı tavır, AB"nin siyasi ve politik açıdan geleceğini ve dünyadaki konumu belirleyecek. Gerçi, şu günlerde, yeni müzakereye açılacak olan başlık sayısı, üçten ikiye düşürüldü ama zaten seçim atmosferi yaşayan ülkemiz açısından o kadarda önem arzetmiyor. Şu anda, bazı ülkelerde Türkiye"nin tam üyeliği iç politika malzemesi yapılsa da, bu oyun uzun süre tutmayacak.

 

Siyaseten, AB içerisinde bir rahatlama sağlandığı gözükse de, bu zirveden sonra problemler bütünüyle bertaraf edilmediği gibi, AB"nin pejmürdeliği, dağınıklığı ve kırılganlığı bir kez daha tasdiklenmiş oldu.

 

Dönem Başkanı Almanya Başbakanı Merkel"in zirve sonrası söylediği gibi “ Avrupa Birliği nihayet uyuşukluktan kurtuluyor” mu, bunu da önümüzdeki aylarda göreceğiz.

 

Kalın sağlıcakla