Ne hakkınız var?

Türkiye'de gerçek anlamda sivil toplum henüz yok; çünkü sivil zihniyet yok. Ancak bir gün olacak; olmak zorunda kalacak. Çünkü dünya eski dünya olmadığı gibi, devletler eski devlet, milletler de eski millet değil.

Hak kavramı değişti. Bireysel haklar, devlet haklarının önüne geçti. Bizdeki devlet geleneğine çok da ters bir durum değil bu aslında. "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" sözü asırlar boyu kulaklarımızda çınlayan hoş bir sedadır.

Bir dönem devletler hayatın her alanına müdahale ederdi. Belki o günün şartlarında öyle gerekiyordu. Dünyadaki rüzgâr da bu fikri destekliyordu. Ancak o düşünce faşizmin devlet sistemi haline dönüşmesine neden oldu ve insanlık çok ağır bedel ödedi. İkinci Dünya Savaşı'nın kutsanmış devletleri birbirini yedi ve milyonlarca masum insan öldü. Ardından iki kutuplu dünyanın ideolojik kampları arasına sıkıştı insanlık. O efsanenin de yıkılmasıyla hak arayışları ve o taleplerin özündeki dinamizm bireye odaklandı. Aslında en insanî olan da budur. Bir sisteme, o sistemin kendi içinde ürettiği otoriteye kul köle olmaktansa; fertlerin haklarına hizmeti esas alan ve birey özgürlüklerinden güç alan devlet yapısının kurulması daha mantıkî, daha vicdanîdir.

Sivil toplumun öneminin artması, insan haklarının, tek tek ve örgütlenmeler yoluyla daha güçlü savunulabilmesini sağladı. Ne var ki Türkiye, yakasını ufunetli dönemlerin telkinlerinden kurtaramıyor. Daha açık söylemek gerekirse, bu ülkenin insanı hâlâ hak aramasını -ister şahısları adına, isterse mensup oldukları sivil toplum örgütleri adına- bilmiyorlar; bilemiyorlar. Belki de Türkiye'nin en önemli meselesi budur!

Aslında birbirine zıt iki tarz göze batıyor: Biri fazlaca cesur, fütursuz, hatta pervasız; kimi zaman da küstah sayılabilecek bir yaklaşım ve bunu genellikle kendini "sol, Kemalist, laikçi" gibi sıfatlarla tanımlayanlar sergiliyor. Elde ettikleri makamlarda kendilerine tanınan yetki sınırlarını aşabiliyorlar, "öteki" olarak yaftaladıkları insanlara kaba saba davranmayı kendilerinin tabii hakkı gibi görebiliyorlar. Diğer yaklaşım ise ürkek, ezik, yenik, hatta pısırık bir görüntü veriyor çoğu zaman. Değil yetki sınırlarını aşmak, kendisine tanınan hakların bile müdafaasını yapamayan bu kitle, genellikle "sağcı, milliyetçi-muhafazakâr" olarak tanınıyor. Ülke sevdalarına söylenecek bir söz yok maşallah; ancak çoğu kez oturdukları koltuğun hakkını vermekten kaçındıkları bir gerçek. Acı örneklerini saymaya gerek bile görmüyorum.

İşin doğrusu iki tür hak arayışı ve kullanımı da yanlış. Ne kendini rejimin aslî sahibi ilan eden insanların hoyratlığı kabul edilebilir bir tutumdur demokratik sistemlerde; ne de kendine lütfen ve tenezzülen vazife verildiğini düşünen kişilerin korkaklığı. Önemli olan, insanların hangi düşünceye sahip oldukları, hangi yaşama biçimini tercih ettikleri, hangi sosyal tabakadan geldikleri vs. değil! İnsanların kimlikleri hiç kimseyi, tabii ki devlet denen milletin organize olmuş yapısını da ilgilendirmez. Çünkü devletin varlık nedeni asayişi sağlamak, adaleti temin etmek ve dış tehditlere karşı ülkeyi korumaktır. Devletler vergi toplar; ta ki insanlara daha rahat yaşama imkânı sunabilsin. İnsanların hayatlarını kolaylaştırmak ve daha güvenli hale getirmek için kurduğu sistemin, insanları -fikir ve düşüncelerinden dolayı- esir alması düşünülemez...

Yüreğiniz yetiyorsa...

İnsanlar kendi tercihlerinde hürdür ve o temel özgürlük içinde yönetime katılma hakkına sahiptir. İnce çizgiye dikkat: İnsanların sosyal ya da siyasî bir gruba mensup olması ayrıdır; grupçuluk yapıp başkasının hakkını ihlâl etmesi ayrıdır. Mesela bir insanın bir mezhebe mensup olmasında problem yoktur; ancak o insanın devlet görevi yaparken mezhepçilik yapması eşitlik ve adalet mekanizmasını sekteye uğratır. Bir partiye üye olmakla, particilik yapıp insanlara zarar vermek de böyledir...

Demem o ki, insanlar belli bir yaştan sonra dilediği tercihi yapar ve o tercih doğrultusunda çeşitli derneklere, kulüplere, sendikalara vs. üye olur. Yeter ki kanunlar çerçevesinde kalsın ve başkasının hakkına tecavüz etmesin. Yasal sınırlar içinde kaldığı sürece her ferdin cesur olması, hakkını araması, başkaları karşısında düştüğü "sünepe" pozisyonundan bir an önce kurtulması gerekir.

Güncel bir örnek diye naklediyorum: Medyanın bir bölümü günlerdir "İsmailağa cemaati" diye isimlendirdiği insanların üzerine üzerine gidiyor. O insanların giyim-kuşamlarını, hayat tercihlerini; hatta onların elinde olmayan ve mahallî yönetimin tercih ettiği sokak isimlerini yazıştırıp/çiziştirip duruyor. Bu, tipik bir hak ihlâlidir ve dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde bu kadar pervasızlığa müsaade edilemez. Elindeki fotoğraf makinesini bazuka gibi kullanan arkadaşlardan bir ricam var: Yüreğiniz yetiyorsa New York'un göbeğine gidin ve aynı tacizci tavrı orada da gösterin. Mesela Brooklyn'e gidin. Göreceksiniz ki bütün bakkallar, marketler, sokaklar Yahudi mahallesinin temel geleneklerine göre şekillenmiş. Sizin "kurtarılmış bölge" gibi sunduğunuz İsmailağa'dan on misli daha dindar bir şehir bulacaksınız. Yahudi takkelerini takmış, fötr şapkalarını giymiş, Tevratlarını ellerine alıp, örtülü eşleri ve kippalı çocuklarıyla gezen insanları aynen İstanbul ağzıyla haber yapın da göreyim. Mümkün değil. Çünkü hakkın yok böyle bir şeye. Dünyanın pek çok yerinde onlarca Brooklyn var; çünkü kişilere, onların inançlarına, yaşam biçimlerine saygı var ve tabii bir de hak sahibinin hak arama gücü ve cesareti var.

Türk hukuk sistemine iki büyük suç kavramının acilen ve fiilen taşınması gerekiyor: 1- Discrimination (ayrımcılık/din, dil, ırk, cinsiyet vs. ayrımcılığı) 2- Hate crime (nefret suçu). Bu ülkede onlarca yıldır sağ partiler ve onların teknokrat/bürokratları görev yapıyor ve maalesef onların ürkek ceylan tavırlarından dolayı bu iki kavram hukukun içine taşınamıyor. Açık söylüyorum: "Bugün Türkiye'de yazılan haber ve yorumlar insan haklarının garanti altına alındığı bir ülkenin diline tercüme edilsin; bizdeki gazetelerin çoğu bir hafta yayın ya-pa-maz." Ayrımcılık ve nefret suçundan ağır cezalar alırlar...

Son sözüm: Herkes (ister devlet kurumlarında çalışsın, isterse özel şirketlerde) kanunların kendisine tanıdığı hakkı öğrensin ve özgür bir birey olmanın cesaretiyle haklarını sonuna kadar arasın. Başka türlü sivil toplumdan söz edilemez. Bu ülke bir zümrenin ya da bir ideolojinin insanlar üzerine sulta kurduğu bir devlet sistemiyle değil, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin özgürlükler yoluyla yönetime katıldığı cumhuriyetle yönetiliyor. Bu kuralın bozulmasının sebebini haddini aşan zümreler kadar, hakkını yeterince talep edemeyen kitlelerde de aramak gerekiyor.

 

Kaynak: Zaman