İktidardaki parti hakkında açılan kapatma davası Türkiye'nin "kimyasını bozdu". Biz yorumcular büsbütün "içe kapandık"; neredeyse dünyada olup bitenlerle ilgilenmez olduk. Geçen hafta dünyada yaşanan doğal afetler, her birinin 100 bine yakın insanın hayatına mal olmasından korkulan Myanmar'daki kasırga ve Çin'deki deprem felaketleri uykudan uyanmak için şiddetli uyarılar.
Myanmar'da (eski adıyla Birmanya ya da Burma) yaşananların her şeyden önce hatırlattığı gerçek, küresel ısınmanın insanlık olarak güvenliğimize ne denli büyük bir tehdit haline gelmiş olduğu. Kutuplarda eriyen buzullar, kopan kasırgalar, cayır cayır yanan ormanlar, yaygınlaşan kuraklık sonucunda düşen tarımsal üretim ve giderek vahimleşen beslenme sorunu... Bunların hepsi insanlık için küresel nükleer savaş kadar büyük bir tehdit olan iklim değişikliğinin sonuçları. Dünyanın önde gelen en az 30 bilim kuruluşunun koyduğu teşhis bu. Küresel ısınmaya karşı insanlık olarak topyekun mücadelenin zamanı geldi geçiyor.
Oysa başta ABD ve Çin olmak üzere küresel ısınmanın en büyük sorumluları olan ülkeler, atmosfere yayılan sera gazlarının kısıtlanmasını öngören Kyoto Protokolü'nü imzalamayı hâlâ reddediyor. Türkiye de, küresel ısınmaya artan katkısına rağmen, son zamanlarda bu konuda yapılan vaadlere rağmen, hâlâ protokolü imzalamış değil. Sivil toplum olarak, Kyoto Protokolü'nü imzalamakla kalmayıp, sera gazları emisyonunun kısılması için üzerine düşen bütün önlemleri uygulamaya koyması için hükümet üzerinde baskıyı arttırmalıyız.
Myanmar'da yaşanan felaketin hatırlattığı ikinci gerçek ise, devlet merkezli güvenlik anlayışının iflası. Askerî yönetimin, dünyaya açılmanın iktidarını sarsabileceği endişesiyle, felaketzedelere dışarıdan gelen yardımları engellemek için hâlâ elinden geleni yapması, sözde "devletin ya da rejimin güvenliğini korumak" uğruna yurttaşların güvenliğini ve esenliğini hiçe sayan anlayışın varabileceği alçaklık derecesini göstermesi bakımından çok çarpıcı bir örnek. Cuntanın davranışının yol açtığı tepkiler, BM Güvenlik Konseyi'nin (2005 yılındaki Dünya Zirvesi'nde 150 devlet ve hükümet başkanı tarafından kabul edilen "insanlığı koruma sorumluluğu" ilkesi uyarınca) karar alarak insanlık adına, cunta izin versin veya vermesin yardıma koşulması önerilerine kadar uzandı. Myanmar'da yaşananlardan çıkarılacak olan ders, yurttaşlarını ekonomik eşitsizliklere, insan hakları ihlallerine ve doğal afetlere karşı koruyamayan, yani yurttaş merkezli bir güvenlik anlayışını benimsemeyen bir devletin gerçekte hiçbir zaman güvenlik içinde olamayacağı.
Çin'in Siçuan ilinde meydana gelen 7,9 richter ölçeğindeki deprem felaketinin hatırlattığı acı gerçek ise, Türkiye'nin birçok bakımdan kalbi olan İstanbul'un her an aynı ölçekte bir veya iki deprem tehdidi altında yaşamakta olduğu. Kuzey Anadolu Fay hattının son olarak 17 Ağustos 1999'da kırılmasıyla meydana gelen depremde, Sakarya ve Kocaeli'nde 20 bine yakın yurttaşımızı kaybettik. İstanbul'un hemen güneyinden geçen aynı fay hattında bundan sonraki kırılmanın ne zaman olacağını değil ama mutlaka olacağını biliyoruz. Yerli ve yabancı bilim adamları, Marmara'yı dünyanın en iyi araştırılmış denizi haline getirdiler; kaçınılmaz felaketin İstanbul'da yol açabileceği yıkımın boyutlarını, yapılması gerekenleri belirlediler. Kandilli Rasathanesi yetkilileri geçen hafta Marmara deniz dibinin fokur fokur kaynamakta olduğunu duyurdu...
Peki bu kaçınılmaz olan depremi en az zararla atlatabilmek için ne yapıyoruz? Bu konuda hemen hiç bir yayına rastlanmaması, Türk basınının asli görevlerini yerine getirmekte ne kadar aciz kaldığının bir göstergesi değil midir? Bu vesileyle bütün medyaya açık çağrıda bulunmak istiyorum. Beklenen depreme hazırlığımız ne durumda? Zararın asgariye indirilebilmesi için bugüne kadar neler yapıldı, daha nelerin yapılması gerekiyor? Sorumlu gazeteciliğin gereği olarak lütfen kamuoyunu bu konularda aydınlatın.
Kaynak: Zaman