Müzakere ve adabı

Kur’an-ı Kerim, Müslümanların “İşlerinin kendi aralarında şura” ile olduğunu, yani Müslümanların bir iş veya eyleme niyetlenirlerken, kararlarını istişare ile aldıklarını belirtir. Şura v istişare, 19. yüzyıldan beri İslamcıların anahtar terimlerinden biridir. Ancak bu çerçevede başvurabileceğimiz başka anahtar terimler de var. Mesela müzakere, muarefe ve muahede gibi.

Müzakere, karşılıklı istişareyi ihtiva ettiği gibi, karşılıklı tedaileri (çağrışımlar), birbirini anlamayı, fikir ve görüşlerin kritiğini, test edilmesini de ihtiva etmektedir. Bu yüzden ben İslam’ın öngördüğü  siyasetin “müzakereci siyaset” olduğunu düşünüyorum.

Bugün ise Müslümanlar ne aralarında istişare ederler ne müzakerede bulunurlar. Bu mübarek iki kavrama başvurmadıkları için muarefe ve muahedenin nimetlerinden mahrum kalırlar. Yazık ki Müslümanların en çok kullandıkları yöntem “tartışma ve cedel”dir. Tartmak ölçmek belli bir kritere vurmak demek olan tartışmanın bir biçiminin müzakere olduğu iddia edilse de, diğer biçiminin mücadele (cedel) olması söz konusu kavramın pek de kullanışlı ve yarayışlı olmadığı fikrini veriyor. Bilindiği üzere İslam tarihinde Ehl i Cedel adı altında bir fırkadan bahsedilir, ister Mutezile ister Kelamcılar bunun muarızlarının yakıştırması olduğunu söylerler. Daha çok akli ve soyut kavramlardan hareketle varlığın ve dinin anlaşılmasını savunanlar aklı ve nakli eşit düzeyde referans aldıklarından bu suçlamaya maruz kalmışlardır.

Ama tarihteki telakki ve tecrübeler her nasıl cereyan etmişse, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İslam içi  tartışma müzakeredir, mücadele değildir. Çünkü esas itibarıyla kullanılan zihni ve fikri malzeme her ne kadar akli ve soyut olsa da, akli olan nakli olana sadece öncelikli kabul edilmiş, nihayetinde her akli olanın nakli olana ne kadar uygun olduğunu ispatlama gayretine düşülmüştür. Akletme, tefekkür, tedebbür, teemmül, tafakkuh, şuurunda olma, va'yetme vb. anahtar terimler iki farklı zihin arasında süren bir tartışmaya işaret etmezler. Bunların hepsi şahsidir ve bir insanın enfüsi ve zihni dünyasında cereyan eder. Tartışma veya mücadele şahsın nefsine hitap eder, egonun şişmesini, mücadelenin kazanılmasını telkin eder. İki farklı zihnin mücadele etmeyip karşılıklı diyalog ve interaktif ilişki ve alışverişe geçtiği platform müzakere zeminidir.

 Müzakerede iki önemli unsur önemlidir: biri hatırlatma ve öğütte bulunma, diğeri karşılıklı alış veriş dolayısıyla etkileşim. Bu açıdan Kur'an insanları ve özellikle mü'minleri tezekküre çağırır; kendini de “Ez-zikr” olarak isimlendirir. Mücadele ise Müslüman zihin ile İslam vahyini referans almayan zihin arasındaki tartışma biçimidir.  Bu zemin zannedildiğinden de çok geniş olabilir. Çünkü karşı zihin sizin temel inançlarınız başta olmak üzere, vahyin kendisini Kur'an'ın doğruluğunu dahi tartışma konusu yapmak isteyecektir. Önünüzde iki seçenek var: ya kesinlikle böyle bir tartışmaya girmezsiniz, bu durumda karşıtlarınız, yani sizin gibi inanmayan ve düşünmeyenler üzerinde baskı kurarsınız ya da dini referanslarınıza ve kendinize güvenip tartışmaya girersiniz. Girilebileceğine ilişkin en önemli argümanımız bizzat Kur'an-ı Kerim’in muarızlarını davalarını ispatlamaya çığırmasıdır.

“Eğer kulumuza indirdiğimiz (Kur'an)'dan şüphe içindeyseniz bu durumda siz de bunun benzeri bir sure getirin Ve eğer doğru sözlü iseniz Allah'tan başka şahitlerinizi (kendilerine güvendiğiniz yardımcılarınızı) çağırın” (2/Bakara, 23; 10/Yunus 38. )

Ayette ispata açık davet var. Kur'an söylem, retorik ve edebi üstünlük yanında varlık, hayat insan ve Hakikat'le ilgili çözümlemelerin en üst anlatımıdır Bir ayet veya sure getirmek demek Kur'an'ın bu konulardaki iddialarını “bir tür tartışma”ya açmak demektir, ancak kendi doğrularından veya ifade ettiği hakikatlerden kuşkuya düşmek değildir. Kur'an açısından karşı zihinlerin böyle bir özgürlüğü vardır. Sebebi açık:

“De ki 'Eğer bütün insanlar ve cin (toplulukları) bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplanacak olsa (ve) onların bir kısmı bir kısmına destekçi olsa bile, onun bir benzerini getiremezler. Andolsun bu Kur'an'da her örnekten insanlar için çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak direttiler” (17/İsra, 88-89 )

Hak batıldan, doğruluk yanlıştan, iyilik kötülükten, güzellik çirkinlikten korkmaz. Hak, doğruluk, iyilik ve güzellik ancak kendi karşıtlarıyla adil özgür ve karşılıklı diyalogun mümkün olduğu bir tartışma ortamında kendilerini açığa çıkarırlar. “En güzel sözün ortaya çıkabilmesi için bütün sözlerin özgürce söylenmesi” lazım. Bütün bu meydan okumanın adil, özgür ve diyalektiği geliştirici bir tartışmaya, müzakere ve anlama sürecine çağrı yapmanın esas sebebi Kur'an'ın kendisine duyduğu özgüvendir. İyi bir müzakere zihinleri uyandırır, aklı harekete geçirir ve vicdanın da desteğiyle Hakikat arayışında güç ve destek sağlar. Kur'an kendine bu güveni duyuyorsa, onun Allah'tan bir vahy olduğuna inanan mü'minler niçin aynı özgüven içinde olmasınlar! Kur'an böyle bir çağrıda bulunuyorsa, mü’minler niçin korksun! Kur'an en önemli ve en öncelikli kutsaldır. Kaldı ki biz tartışmayı yasaklasak bile insanlar soru sormaya devam edecek. İnsanları kutsala saygı duymaya davet etmek inanan insanların en tabii haklarıdır. Ancak kutsal'la ilgili geçerli yasak kutsalın mahiyeti, varlık üzerindeki tecellisi ve niçin kutsal olduğu konularıyla ilgili değil, ona karşı herkesçe beslenmesi gereken ihtiramdır. Kur'an, “Diğer din müntesiplerinin kutsallarına dil uzatılmamasını” ister, çünkü bir kutsala tecavüz, İslam'ın da kutsalına bilmukabele tecavüze yol açar. Bu durumda eğer gayrı müslimlerle bir tartışmaya girilecekse, bu belli ki fikri ve ahlaki bir mücadele olacaktır. Ancak bu mücadeleyi doğru bilgi, derin kavrayış, geniş açılar ve belli bir estetikle besleyip geliştirme zarureti var. Bu da doğrudan doğruya Müslümanlara düşer:

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et” (16/Nahl, 125 )

Durum bu merkezde iken, Müslümanlar neden İslam’ın çizdiği çerçevede önce kendi aralarında müzakerede bulunamıyor, tartışmanın usul ve adabına riayet edemiyor ve başkalarıyla ‘mücadelenin en güzeli’ne yürütemiyorlar? Müslümanlar neden kendi dillerini kuramıyorlar, başkalarının dilini benimsiyorlar, başkalarının jargonlarını –örneğin sol, marxist, milliyetçi, liberal, feminist vs.- kullanıyorlar ve başkalarının saldırgan tutumunu benimsiyorlar?