Bugünden dönüp Mustafa Kemal hakkında fakir yürütmek pek kolay değil. Mustafa Kemal, süren aktüel iktidar mücadelesinin merkezi sembollerinden biri. Kemalizm üzerinden etrafında inşa edilen algı, yakın tarihi doğru anlayıp analiz etmemizi güçleştiriyor. Ancak eninde sonunda serin kanlı bir zeminde Mustafa Kemal'in belirleyici rol oynadığı yakın tarihi ele almak durumundayız.
Mustafa Kemal, Abdülhamit gibi, Balkanları kaybettiğimizi, Ortadoğu'yu da kaybedeceğimizi düşünüyordu. Ona göre de, enerji kaynaklarının fışkırdığı bölgeyi İngiliz ve Fransızlara karşı koruyup elimizde tutmamız mümkün değildi. Bir bakıma Mustafa Kemal de, elimizde yalnız Anadolu'nun kalacağını; o halde fizik varlığımızı, bugün adına misak-ı milli dediğimiz sınırlar içerisinde koruyabileceğimizi düşünüyor, gelecekle ilgili planlarını bu esas üzerinde yapıyordu. Sadi Irmak'a göre, Mustafa Kemal bu fikre daha 1907 yılında kail olmuştu. Dolayısıyla onun da kaygısı Anadolu toprakları üzerinde fiziki varlığımızın korunması, yani beka meselesidir.
Kabul etmek lazım ki, Mustafa Kemal durumdan hoşnut değildi, ağır baskı altındaydı ve muhtemelen bu psikolojik-politik atmosferde pamuk ipliğine bağlı olsa da, İslam dünyasıyla bir takım ilişkilerin devam etmesine özel bir önem atfediyordu. Mesela Mardin'e birkaç defa gitmesi, tarihi Şehidiye Camii'ne Hıristiyan mimar Sarkis Lole'ye sanat değeri yüksek zarif bir minaret inşa ettirmesi ve buna bizzat nezaret edip mali yardımlarda bulunması, uzun vadeye yaydığı bir yatırım olarak düşünülebilir. İngilizlerin kesin olarak istemediği "hilafet"le ilgili olarak, bulduğu terim "mülgadır" sözüdür. Bu uzun vadeye yayılan bir hedefinin, zamirde yatan bir gayesinin olduğunu gösterir. Ona göre, "günün birinde Müslüman kavimler kendi bağımsızlıklarını kazanırlarsa ve şayet isteyecek olurlarsa bir araya gelip tekrar halifeliği ikame edebilecekler". Bu aynı zamanda Cemaleddin Efgani'nin de fikridir. İşte o güne –vakt-i merhuna- kadar hilafet, TBMM'nin şahs-ı manevisinde mündemiç kalacaktır. Dolayısıyla hilafet tümüyle ortadan kaldırılmış, tarih sahnesinden "silinmiş" değil, "mülga" olmuştur.
Mustafa Kemal'in dikkat ettiği bir başka önemli husus -Lozan'da bunun üzerinde çok ısrar ediyorlar-, sadece gayrı müslimleri "azınlık" sayması, başka bir deyişle azınlık statüsünü gayrı müslimlerle sınırlı tutmasıdır. Bilindiği üzere Osmanlı, içinde Müslüman kavimlerin -Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Boşnak, Pomak vs.- olduğu bir "İslam millet"inden ibarettir, buna millet-i hâkime deniyor.
Niçin millet-i hâkime?
Çünkü tarihsel olarak söz konusu statü savaş sonucunda teşekkül etmiştir. İslam hukukunda, arazi hukuku gibi, gayrı müslimlerle ilişkiyi de tayin eden ana factor "savaş hukuku"dur. İslam milleti, Müslüman kavimleri altında toplayan bir şemsiyedir. Bunun yanında bir de "millet-i saire", yani diğer milletler vardır. Millet-i saire önemli bir tanımlamadır. Dikkate değer nokta şu ki, Osmanlı bunlara "millet-i ahire" demiyor. Derse, "öteki milletler "akla gelir, böylece onları "ötekileştirmiş" olur. "Millet-i saire" dediğinde millet-i hâkime ile aynı kulvarda olan milletler/beşeri topluluklar akla gelir; "millet-i ahire", kulvar dışı bir çağrışıma sahiptir. Burada önemli bir inceliğin söz konusu olduğunu gözden kaçırmamalıdır.
Cumhuriyet ulus devlet formunu ve milliyetçiliği/ulusçuluğu resmi ideoloji kabul edince, gayrimüslimler "azınlık", İslam millet içinde yer alan Müslüman kavimler de "Türk milleti" olarak literatüre geçmeye başladı. Böylece Osmanlıda "İslam milleti" şemsiyesi altında yer alan kavimler, cumhuriyet döneminde "Türk milleti"ne tahvil edilmiş oldular. Tabii ki bu tahvil işi hukuk, eğitim, ekonomi ve kolluk kuvvetlerinin etkin rol oynaması sayesinde tahakkuk ettirilmek istendi.
İşte bu sebepten dolayı Türk milliyetçileri dün olduğu gibi bugün de ısrarla "Türk milleti demek, Türk ırkı demek değildir, milletin içinde bütün Müslüman kavimler -Türk, Kürt, Arap, Gürcü, Çerkez vs.- girer" iddiasında bulunurlar.
Kurucu kadro içinde yer alanların,Türk milleti kavramını benimsemelerinin bazı sebepleri var. Onların değerlendirmelerine gore, gayrimüslimleri Türkleştirmek mümkün değil, çünkü dinleri buna imkan tanımıyor; gayrı müslimlerin dini bir başka etnik kimliği benimsemelerine manidir. Bu mülahazayla gayrı müslimler azınlık olarak tanımlanmış ve ayrı bir kategoriye yerleştirilmiştir. Bunların büyük bir kısmı mübadelelerle de tehcir edilmiş, Anadolu'nun dışına çıkırılmıştır. Geçen sene Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, "ulus inşa etme" babında "bunun hiç de fena olmadığını" söylerken bunu kastediyordu. Türkçülere göre, müslüman unsurları Türk milleti içinde eritmek ve onlar üzerinde bir Türk milli kimliği inşa etmek mümkün görünmektedir.
"Türk millet"ni "İslam milleti" olarak anlayanlar vardır. Son yıllarda bu tezi kuvvetle İsmet Özel savunur olmuştur. Tabii ki bu sorunlu bir konudur.