Mü'min kalbini anlayabilmek


 
     Muhterem Ümit Meriç Hanımefendi ile yapılmış bir mülakat okudum.

    Bazı sözleri beni çok etkiledi, şunları söylüyordu:

    "Ben namaza başladıktan sonra gelen Ramazan'da da oruca başladım. '15 yıllık oruç borcum var. ' diye düşünerek oruçlarımın kazasını yaptım. Ve bir kefaretim vardı. Tam 511 gün oruç tuttum. Aralıksız tuttum. Hatta babam kızmıştı aralıksız tuttuğuma. Bitti fakat ben orucu çok sevdim ve dedim, ben oruca devam edeyim. Ben oruca devam ettim, aşağı yukarı sekiz yüzüncü oruca geldiğim sıralarda Muzaffer Efendi bozdurdu ve "Artık sana oruç yok" dedi."

    Din Psikolojisi diye bir bilim dalı var.

    İnsanların ve toplumların din ve maneviyat ile ilişkilerinin seyrini araştırıyor.

    Ümit Meriç Hanımın şu yukarda kendi ifadeleriyle sunduğu kalp alemi ilginç değil mi?

    -15 yıllık oruç borcu.

    -Bir gün, onun farkına varmak.

    -Namazı önemsemek, orucu önemsemek.

    -Onları bir görev olarak insanın dünyasına taşıyan İslam'ı önemsemek.

    -Borçla bu dünyayı terk etme endişesi yaşamak.

    -Ve bir an önce bu borçtan kurtulmak.

    Üstelik oruç borcu, toptan ödenebilen bir borç değil.

    Gün gün ödeyeceksiniz.

    Ve işte önünüze 511 günlük bir borç ödeme maratonu çıkıyor.

    -O maratonu koşma iradesi yüklenmek.

    Bütün bunlar bir psikolojik donanımı gerektiriyor.

    Bu görevleri veren kudretle ilişkilerin niteliğini idrak etmeyi, dünya – ahiret ilişkisine dair bir  muhasebeyi, tüm bunları çözümlemiş dinmiş, durulmuş bir kalp alemini gerektiriyor....

    Bu hassasiyeti yüklenmiş bir Müslüman, mesela namaz borcu konusunda da böylesine duyarlıdır. Namaz borcu ile gitmek istemez ebedi aleme, yani Rabbin huzuruna...

    Böyle bir insan, mesela, zekat borcu ile gitmek istemez Rabbin huzuruna. Zekat, zenginin malındaki fakir hakkıdır ve malı temizleyen bir ibadettir. Zekatı verilmemiş mal, kirli bir maldır ve insan, bu kirli mal ile gelecektir Yüce Huzur'a... İşte bu taşınmaz bir durumdur. Rabbin huzurunda yüzün kara çıkmasını taşıyamaz mü'min kalbi. Onun için, diyelim, hayatında zekatı idrak ettiği bir gün, malının içindeki fukara hakkını ayrıştırmak için, yani malını kirden arındırmak için seferber olur.

    Bu duyarlılığı da anlayamayabilir, insanın sahip olduğu her şeyin Rabbin lütfu ile gerçekleştiğini idrak edemeyen insanlar... "O verdi, o istiyor. O istiyorsa, benim nasıl itirazım olabilir. O istiyorsa her şey O'nun emrine göre olacaktır." diyebilmek, bir idraki gerektiriyor. Bu idrake ulaştığında ise insan, malını da canını da kendisine ait bilmez. Her şey, Allah içindir.

    Gelelim, bu mü'mini anlama meselesine...

    Ümit Meriç Hanımefendi'nin hassasiyetini anlamamak, aslında İslam – İnsan ilişkisini anlamamaktır. İnsanın Yaratan'la ilişkisini anlamamaktır.

    Toplumumuzda bazı islami görevler, kolayca yok farz edilebilir sanılıyor.

    Bazıları için yasak bile getiriliyor.

    Ümit Meriç Hanımefendi bir bilim insanı. Sosyoloji alanında profesörlük seviyesine kadar gelmiş.

    Şimdi başörtülü.

    Onu yadırgayanlar olmuştur.

    "Profesör ve başörtülü."

    Bu iki kelime sanki asla bir araya gelmezmiş gibi düşünenler pek çoktur.

    Hatta, "Profesörseniz başörtüsü takamazsınız" diyenler bile pek çoktur.

    Hatırlanacaktır, başörtülü bir bayan doçent, Tıp Fakültesinde barındırılmamış, görevine son verilmiştir. 

    Ümit Meriç Hanımefendi, bu giyim tarzı ile üniversitede ders verebilir miydi?

    Kapıda ona, "Bu kıyafetle içeri giremezsiniz sayın profesör" diyen bir güvenlik görevlisi bulunmaz mıydı?

    Bulunurdu mutlaka...

    Eğer düşünmezseniz, bu insan neden başörtüsü takıyor, neden oruç tutuyor, neden namaz kılıyor, neden zekat veriyor, bunu düşünmezseniz, bunu yapan insanların üzerine insafsızca yürüyebilirsiniz.

    Lise öğrencisi okulda neden namaz kılmış!

    Bunu tartışıyoruz.

    "Okul ve namaz."

    Sanki asla bir araya gelmez iki kelime gibi görülüyor.

    Oysa o gencin yüreğindeki namaz tutkusu bir anlaşılsa... Namazda Rabbi ile buluşma heyecanı bir anlaşılsa... Ve namazı geçirme kaygısı bir anlaşılsa...

    Türkiye halkı Müslüman bir ülke.

    Bu ülkede toplum hayatı tanzim edilirken acaba ülke insanının manevi hassasiyetleri dikkate alınmalı mı?

    Yoksa birileri "Biz yaparız, halk uyar" mantığı ile mi hareket etmeli?

    Bunun sancısını yaşıyoruz.

    İnsanların kalplerindeki derin islami hassasiyet anlaşılmadığı için, bir konudaki ısrarlı talep de, yadırganıyor. İşin içine "siyaset vs" ithamları sokuluyor.

    Ve aradaki insanların anlayışsızlığı, zaman zaman kötü niyetleri yüzünden toplum – devlet ilişkileri derin yaralar alıyor.

    İslam, puta tapanların putlarına sövmeyi bile yasaklıyor. Çünkü o da bir hassasiyete aşırı müdahale demek. Geri dönüşü kötü oluyor.

    Türkiye'de, insanların islami hassasiyetleri bir hayli örselendi, baskıya maruz kaldı.

    Türkiye, daha çok sosyal barışa yönelecekse, bir mü'minin kalbi hassasiyetleri karşısında daha özenle davranılmalıdır.

    Bu işin başı, anlamaktan geçiyor. İslam'ı ve Müslümanın hassasiyetlerini anlamaktan. Empati ondan sonra geliyor. Yani kendini ötekinin yerine koymak. Bu ülkenin inanan insanları, belki en çok bunu, yani anlaşılmayı istiyor.

    Dilerim bu çok geç olmaz.