Muhafazakâr akla çağrı


 
Ermeni sorunu' denilen karmaşık olgu ile karşılaşan geniş muhafazakâr kitle, kaçınılmaz bir refleksle kendi tarihini, kültürünü ve kimliğini savunmak durumuna düşmektedir.  

Bir şekilde Osmanlı idaresinin katliamlar yaptığı düşüncesi, muhafazakâr aklın üzerine inşa edildiği pek çok değeri ve kurumu sarstığı için sözü edilen derin refleks, adeta kalıcı hale gelmektedir. Ne var ki, bu refleks yüzünden muhafazakâr akıl ve kitle, Ermeni meselesi kavgasının "sakladığı" büyük bazı diğer sorunları görmemektedir. Tuhaf ve üzüntü verici bir şekilde, kendi kimliğini ve tarihini savunduğunu düşünen muhafazakâr kitle, aslında kendi tarihi ve kimliği ile savaşan tarihsiz ve kimliksiz bir azınlığı savunmak durumuna düşmektedir. Bu yüzden muhafazakâr aklın, işin -eski tabir ile- faslına ait bazı yönlerini acilen düşünmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Çünkü Ermeni meselesi bağlamında kendi geçmişini savunduğunu sanan muhafazakârlar, esasen bir şekilde Osmanlı barışını mahvetmiş, cahilliklerinin ürünü olarak gerçekleşmesi mümkün olmayan hayallerle binlerce insanı adeta telef etmiş ve nihayet türlü ırkçı politikalarla günümüze kadar uzanan bir nefret mirası inşa etmiş köksüz bir siyasal grubu savunmaktadır! Muhafazakâr akıl, acilen Ermeni meselesi bağlamında ele alınan dönemdeki olayları ve aktörleri ayrıştırmalıdır.

İlk olarak, Ermeni meselesi bağlamında sözü edilen dönemde yönetimde, gücü bir askerî darbe ile ele geçirmiş İttihat ve Terakki Partisi bulunmaktadır. Dolayısıyla bu dönemde olup bitenleri "Türkler yaptı", "Osmanlılar yaptı" gibi muğlak ve açıklayıcı olmayan ifadelerden kurtarıp "İttihat ve Terakki yaptı" düzlemine çekmek gerekir. İttihat ve Terakki, hiçbir şekilde yerleşik Osmanlı düzenini temsil etmez. İttihat ve Terakki bir darbe ile işbaşına gelmiştir. Darbe esnasında Yakup Cemil, Osmanlı Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa'yı alnından vurmuştur! Bir zaman sonra binlerce genci Sarıkamış'ta ölüme götürecek kadar hesapsız ve maceraperest Enver Paşa ise silahını Osmanlı sadrazamının alnına dayayarak istifaya zorlamıştır. Aslında, İttihat ve Terakki, yüzyıllardır süren çok milletli Osmanlı barışını sona erdiren tarihsel kırılmayı temsil etmektedir. Bir kere, başlangıcından Cumhuriyet dönemine uzanan şekliyle İttihatçıların pek çoğu ya aşırı milliyetçi yahut ırkçıydı. Yüzyıllardır süren çok milletli Osmanlı barışının hızla felakete sürüklenmesinde İttihatçıların rolü belirleyici olmuştur. Kendi yazışmalarında Arapları "köpek" olarak nitelendirmekten çekinmeyen İttihatçıların, Osmanlı barışını anlaması ve kurtarması imkânsızdı. Bu zihniyetin Cumhuriyet dönemine kadar uzanan temsilcilerinden sadece bir tanesi olan Mahmut Esat Bozkurt, Ankara Hukuk Mektebi'nin açılışında "Bu memlekette Türkler efendidir, Türk olmayanlar hizmetkârdır." demekten çekinmeyecekti. İttihatçıların, başka milletlerden olan insanların sorunlarına yönelik bildikleri bir tek çare vardı: Darbe ile işbaşına gelen bütün yönetimler gibi acımasızca güç kullanmak! 12 Eylül'ün Kürt politikası ile, İttihatçıların azınlık politikası sözgelimi neredeyse birbirinin aynısıdır.

OSMANLI DÜŞMANLARININ MESELEYE BAKIŞI

Dolayısıyla muhafazakârların ilk yapması gereken şey zihinlerindeki tarihi ayrıştırmaktır. Yakup Cemil, Enver Paşa, Talat Paşa, Kara Kemal, Cemal Paşa gibileri, Osmanlı yerleşik düzenini temsil eden kişiler değil aksine onu sarsan, acımasızca şiddet kullanmaktan çekinmeyen ve ülkeyi kaosa sürükleyen kişilerdi. Üstelik bu insanlar, aldıkları eğitim, sahip oldukları ufuk gibi konularda da zaten hiçbir şekilde "Osmanlı adamı/idarecisi" olma vasfına sahip değildiler. Örneğin, bir Sait Halim Paşa ile Enver Paşa'yı karşılaştırmak deve ile pireyi karşılaştırmak gibidir. Ne var ki, Yakup Cemil'in Osmanlı Harbiye Nazırı'nı alnından vurmasından elli yıl geçmeden aynı zihniyet, ülkenin başvekilini 27 Mayıs sürecinde ipe göndermiştir. Bir ölçüde Cemal Paşa'nın Arap vilayetlerinde yaptıklarını, 12 Eylül rejimi Diyarbakır hapishanesinde yapmıştır. Bu yüzden muhafazakâr kitle, muhayyilesindeki resmi aydınlatmak ve Osmanlı ile İttihatçıyı ayırt etmek zorundadır. Muhafazakârlar, kökleri ve kimliği korumak adına bilmeyerek İttihatçıların cinayetlerini savunmak felaketine sürüklenmemelidir.

İkinci olarak, sorunun günümüze bakan bir önemli yönü bulunmaktadır. Kritik soru şudur: Osmanlı mirasını reddeden, onu her fırsatta unutturmak isteyenler neden sadece Ermeni konusunda en büyük Osmanlıcı kesilmektedir? "Abdülhamit zorba, Vahdettin hain, Osmanlı eğitimi ilkel, Osmanlı kadını cariye, Osmanlı medresesi örümcek kafalılarla dolu, Osmanlı ulaşımı kağnı ile yapılıyordu..." diyen söylem, neden Ermeni meselesi bağlamında türlü ayrıntılara inecek düzeyde Osmanlıcılık yapmaktadır? TBMM'den önce de seçilmiş bir Osmanlı Meclisi olduğunu, ilk uçan Türk kadınının Sabiha Gökçen olmadığını, Abdülhamit döneminde yapılan liselerin binalarının bugün pek çok ilimizde bile halen valilik olarak kullanıldığını, Osmanlı döneminde eserleri Fransızcaya çevrilmiş kadın romancılar olduğunu bize söylemeyen hatta tarihsel bulgularla çelişerek tersini söyleyen zihniyet, Ermeni meselesi bağlamında neden Osmanlıcıdır? Acaba bir grup, Ermeni meselesi bağlamında tarihe ışık tutmanın Pandora'nın kutusunun açılmasına neden olacağından mı korkmaktadır? Acaba başta Ermeniler olmak üzere Araplara, Kürtlere yönelik uygulanan terörün aydınlatılması ne anlama gelecektir? "Türkleri kötülüyorlar, atalarımıza iftira atıyorlar, Müslümanları katil gösteriyorlar" şeklinde masumane ve yine eski tabir ile "sağdan" yaklaşarak kurgulanan ustaca söylemlerle tartışmayı saptıranlar neden korkmaktadır? Acaba 1915 olaylarından başlayarak günümüzde Madımak oteli felaketine oradan Garih, Sabancı gibi münferit cinayetlere uzanan "karanlık tarihi" aydınlatmak memleketi ne hale getirecektir? Kimler bunu istemektedir, kimler bu karanlık tarih ortaya çıkmasın diye uğraşmaktadır?

ERMENİ MESELESİNDEN KİM NEMALANIYOR?

Üçüncü olarak, şüphesiz Ermeni meselesi tehcir, ölüm gibi büyük trajedileri içinde barındırmaktadır. Doğal olarak insan hayatı bütün tartışmaların önündedir. Ancak insan hayatının önemini teslim ettikten sonra soğukkanlı olarak sorulması lazım gelen bir sorunun daha olduğunu kabul etmek durumundayız: Ölüm, sürgün gibi tartışmaların ötesinde yüz binlerce insanı ilgilendiren bu olayın ekonomi-politiği nedir? Yüzyıllardır bizimle yaşamış Ermenilerin arkada bıraktığı evler, araziler şimdi kimlerin elindedir? Ermeni meselesini vatan, millet edebiyatına irca edenler acaba meselenin ekonomi-politiğini mi örtmek istiyor? Prusyalı bir tarihçi, "Gerçekten vatan için çalışıyorum diyenlerin esasen ne için çalıştığını öğrenmek isterdim." demişti. Benzer şekilde Ermeni meselesini bir namus meselesi haline getirenler acaba geride kalan evlerin, işyerlerinin ve arazilerin hesabını örtmüş olmuyor mu? Geçmişte ne oldu, kaç kişi öldü gibi tartışmaların hemen ötesinde bu evler kimin oldu gibi soruları sormak gerekmiyor mu? İstanbul'da yüzyıllarca yıl Ermeni mezarı olarak kullanılan bazı arazilerin üstünde bugün hangi lüks oteller yükseliyor? Ermenilerin bıraktığı "yerler/mülkler" kimler tarafından nasıl paylaşılmıştır? Bu karanlık paylaşımı "Hasolar, Memolar, çarşaflılar" yapmadığına göre kimler yapmıştır? Büyük bazı kavgaların etrafını çeviren söylemden biraz kurtulunca meselelerin basit özlerinin olduğu görülebilir. Sözgelimi yakın tarihten örnek vermek gerekirse, "devlet, cumhuriyet, laiklik elden gidiyor" sloganlarıyla ülkeyi kaosa götüren 28 Şubat sürecinin bir zaman sonra bir ihale ve rant özünün olduğu görülmüştür. Ermeni meselesinin ekonomi-politiğinin de aynı şekilde göz ardı edilmemesi gerekmektedir.

Tartışma daha da genişletilebilir. Ancak burada altı çizilen nokta açıktır: Muhafazakârlar, Ermeni meselesinin etrafını kuşatan keskin "vatanseverci" söyleme biraz kuşku ile bakmalıdırlar. Türkiye'de muhafazakâr kitlenin uzun yıllardır vatan sevgisi, şehitlik anlayışı, devlete hürmeti gibi vasıfları adeta sömürülmektedir. İnsanların binlerce yıllık şuuraltı müktesebatına ait bu hasletlerin suistimali hoş görülemez. Ancak bu noktada ilk olarak şüpheci davranması gereken muhafazakâr aklın ta kendisidir. Çünkü adalet mutlak ve kişiseldir. Adalet bir siyasi hesabın ve toplumsal bir ülkünün dolaylı yansıması olamaz. İslam'ın mutlak ve benzersiz adalet ilkelerinden beslenen muhafazakârlar, Ermeni meselesi bağlamında kimliklerinin özünü oluşturan bazı noktaları hatırlamak zorundadır. İslam, mutlak bir adalet talep eder ve şartlar fırsat verdiği ilk anda mutlak adaletin tecelli etmesine yönelik bir evrimi emreder. Bu bağlamda en pazarlıksız belirleyici ilke ise kul hakkıdır. Aynı şekilde, Ermeni meselesinin kimlere hayat öpücüğü verdiği muhafazakâr akıl tarafından çok iyi hesaplanmalıdır.

Zaman