Batı’da (ve aynı şekilde ülkelerimizde), bütün sahalarda yenilik yapılması meselesi daha çok konuşulur oldu: Siyasi saha (demokrasi) – ekonomik saha (daha fazla ayrıcalık) – eğitim sahası (ders programları ve müfredatın modern Batı kriterleriyle uyuşacak şekilde değiştirilmesi).
Bazıları İslâm’ın, tabiatı gereği, modernliğe düşman olduğundan söz etmeye başladılar. Buna karşılık bazı Arap ve İslâmcı düşünürler ise, İslâm’ı savunmaya ve söylenenlerin aksini ispatlamaya giriştiler. Bu düşünürler, kesin deliller ileri sürerek İslâm’ın, tabiatı gereği, modernliğe düşman olmadığı, aksine modernliği memnuniyetle karşıladığı, onun programlarını ve değerlerini benimseyebileceği açıklamasında bulundular.
Bu diyalog, modernliğin, anlamı ve sınırları belirlenmiş bir kavram olduğunu varsayıyor; buna göre modernliğin bir tarihi yoktur ve modernliğin ortaya çıkışı da bir medeniyetten diğerine veya bir tarih döneminden ötekine farklılık arz etmez. Yani ortada tek bir medeniyet vardır.
Bizlerin herhangi bir kavramın, tam olarak, ne anlama geldiğini öğrenmek için yaptığı şey, genellikle Batı sözlüklerine başvurmaktır. Öğrenmek istediğimiz kavram hakkındaki çeşitli tarifleri okuduktan ve tam bir güven içinde hepsini veya bazılarını kabul ettikten sonra geriye şu problem kalır: Bu tarifleri sınamadan, mevcut gerçeklikle –ister bizim, ister Batı’nın gerçekliği olsun durum değişmez- olan uygunluğunu test etmeden, Batı’da bu kavramı hazırlayan kaynakları incelemeden ve bu kavramın işaret ettiği olgunun tarihsel gelişimini araştırmadan onu nasıl tercüme edeceğiz?
Modernleşme kavramı da, hiçbir şekilde bu kurala istisna teşkil etmiyor. Modernlik kavramının pek çok tarifi vardır. Ancak, modernliğin, -hareket noktası insanın kainatın merkezi ve efendisi olduğu esası olan- aydınlanma düşüncesi ile tam bir bağlantı içinde olduğu yaklaşımı, neredeyse üzerinde görüş birliğine varılmış bir husustur.
Buna göre insanın, aklından başka hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; gerçekliği araştırmasında durum böyle olduğu gibi, toplumu idare etmesinde ve faydasına veya zararına olacak şeyleri belirlemesinde de böyledir.
Bu çerçevede akıl, düşüncenin temeli, anlam ve değerin kaynağı haline gelirken, teknoloji de insanın tabiata boyun eğdirme çabalarının, insanın egemenliğini ve menfaatini gerçekleştirme gayretlerinin temel aracı haline geliyor.
Bu tarif bazıları için kuşatıcı veya en azından yeterli bir tarif olarak görülüyor. Ancak meseleyi büyük bir dikkatle ele alıp incelediğimizde, modernliğin sadece aklı, bilimi ve teknolojiyi kullanmak olmadığını görüyoruz. Aksine modernlik, aklı, bilimi ve teknolojiyi, değerlerden kopuk bir şekilde (value-free olarak) kullanmaktır.
Bu, (yani değerlerden kopukluk), Batı modernliğinin önemli bir boyutudur. Değerlerden soyutlanmış bir dünyada, her şey eşit hale geliyor ve dolayısıyla her şey göreceli oluyor. Böyle bir durumda ise, bir şey hakkında hüküm vermek zorlaşıyor ve iyi ile kötüyü, adalet ile zulmü, hatta öz (cevher) ile nispi olanı ve insan ile tabiatı veya insan ile maddeyi birbirinden ayırmak imkansız hale geliyor.
Bu noktada ortaya şu soru çıkıyor: Böyle bir durumda, insanın özünde var olan çekişmeler, mücadeleler ve anlaşmazlıklar nasıl çözülecektir?
Hakem kabul edilebilecek değerlerin mutlak yokluğunda, birey olarak insanın bizzat kendisi başvuru mercii haline geliyor ve onun kendi menfaatine olarak gördüğü şeyler esas, kendi menfaatine görmediği şeyler ise gereksiz hale dönüşüyor.
Bu durum, çekişmelerin ve anlaşmazlıkların çözümünde, yegâne araç olarak bireysel gücün ve iradenin ortaya çıkmasına yol açtı.
İşte Batı dünyasının benimseyip kabul ettiği modernlik budur. Ayrıca Batı (insanı ve insanlığı değil), modernliği, âlemin merkezi olarak değerlendirmekte ve ona bu gözle bakmaktadır. Dünya’ya ise, daha ileriye gitmek ve daha güçlü olmak için faydalanılacak bir kullanım maddesi gözüyle bakıyor.
Bu yüzden Batı modernliği, gerçekte sömürgeci ve Darvinisttir. Dolayısıyla modernliğin gerçek tarifi -tarihi olarak gerçekleştiği şekliyle- böyledir; yoksa sözlüklerdeki tanımı değildir. Evet, birçok modern olgudan okuyabileceğimiz tarif budur.
Modern Batı olgusu, kendisinin, insanı kâinatın merkezi sayan, insanî (hümanist) bir medeniyet olduğunu vurgular. Ayrıca Batı toplumlarının, toplumsal ve ailevî yönden halen sağlam bir yapıya sahip olduğunu ve bizim onların kendi gazete ve dergilerinden okuyup gözlemlediğimiz olumsuzlukların çok fazla olmadığını söyler. Onlara göre bu olumsuzluklar, Batının toplumsal yapısına delil olmayacak, münferit ve sınırlı örneklerdir.
Islah davetçilerinin hepsi de (Liberaller, Marksistler ve İslâmcılar) Batı’ya katılmanın zorunlu olduğunu seslendirirken ve modernliğe karşı bir muhalefet sesi yükseltmezlerken, -aksine hepsi birden modernliği överken- büyük bir ölçüde haklıydılar. Çünkü o zamanlar onların algıladıkları modernlik kalplere su serpiyordu.
Ancak Batı modernliği her şeyimizi yok etmek için, ordularına üzerimize gönderince, modernliğin Darvinci yüzü tedrici olarak açığa çıkmaya başladı. Evet, Batı modernliği gönderdiği ordularla, ülkelerimizi bir ham madde ve ucuz işçi kaynağı ve Batı ürünlerinin satılacağı sürekli ve açık bir pazara haline dönüştürdü.
İlk ıslahçı düşünürler, Batı modernliği ile Batı sömürgeciliği arasından bir bağlantı kuramamış gibi görünüyor. Bu kişiler Batı başkentlerine gitmişler ve Batı toplarının, taş taş üstünde bırakmayacak şekilde ülkelerimizi dövdüğü bir vakitte, o başkentlerde ışık ve aydınlanmadan başka bir şey görmemişlerdir. Avrupa’ya gitmeyip ülkelerinde kalan düşünürler ise, namlulardan çıkan alevleri görmüşler, bombaların sağır edici seslerini duymuşlar ve barut kokusunu koklamışlardır.
Tarih kitaplarının birinde şu anekdot aktarılıyor: Cezayirli alimlerden birine, Fransız güçlerinin, Cezayir’e sadece ve sadece modern Batı medeniyetini yaymak için geldikleri söylendi. Cezayirli âlim ise hiç düşünmeden şu ibretli ve şaşırtıcı cevabı verdi: O halde bu kadar barutu niçin getirdiler?
Bu âlim, modernlik ile sömürgecilik arasındaki bağlantıyı işin başında görmüştür. Oysa çoğu kimse bunu daha sonraları idrak etmiştir.
Coğrafi keşifler ve Batı’nın yükseliş çağı olan 17. yüzyıl da, aynı şekilde milyonların katledildiği bir çağ olmuştur.
Cezayir kurtuluş savaşı önderlerinden Ahmed bin Bella şöyle diyor: Bu yapay modern ilah, bir ırkı, yani Amerika’nın aslî yerleşimcileri olan Kızılderilileri tamamen yok etmiştir. Milyonlarca kişinin köleleştirilmesi ve köle ticareti yoluyla da bir başka ırkın (Afrikalı siyah derililerin) kaymağını yemişlerdir.
Köleleştirme ve köle ticareti sırasında yüz milyon kişinin öldüğü hesaplanıyor. Bu hesap yapılırken, Batılı köle tacirlerinin, bir köleyi muhafaza edebilmek için dokuz köleyi öldürdükleri dikkate alınıyor.
Daha sonra Ahmed bin Bela, katledilen Meksika yerlilerine ve Fransız sömürgecilere karşı ayaklanırken öldürülen milyonlarca Cezayirliye de dikkat çekiyor.
Bütün bunlara Çin’deki afyon savaşlarını, Batı’nın modern mülkiyet kanunlarının uygulanması neticesinde Hindistan’da açlıktan ölenleri, birincisinde 20 milyon, ikincisinde de 50 milyon insanın öldüğü her iki dünya savaşını, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarını ve Sovyetler Birliği kamplarında ölenleri de ekleyebiliriz.
“Râiatü Tayyib Salih”in kahramanı, şu sözleriyle durumu son derece basit bir şeklide ortaya koyuyor: Dinliyorum… Kartaca’daki Romalıların kılıç seslerini… Kudüs’ü çiğneyen atların haykırışlarını… Ekmek değil, top taşıyarak ilk defa Nil’i geçen buharlı gemileri… Aslında asker nakletmek için demiryolları ve bize kendi dillerinde nasıl “evet” denileceğini öğretmek için okullar inşa ettiler.
Sömürgeci ordular gelip Arap ve İslâm âlemini paramparça ettiler. Halklarımızı sömürgeciliğin her türlüsüne boyun eğdirdiler: Mısır, Suriye, Lübnan, Fas, Sudan Irak ve Libya’da askerî sömürgecilik; Cezayir’de vatanlaştırma sömürgeciliği; ve Filistin’de vatanlaştırma ve işgal sömürgeciliği.
Sömürgecilik toplumdaki geleneksel güçlerle de yardımlaştı ve Batı dünyasının dışındaki ilk modernleşme deneyimi olan Muhammed Ali (Kavalalı) tecrübesini ortadan kaldırdı. Sonra Arap halk devrimini bastırdılar. Tabi bu hususta modern Batı ordularına dayandılar. Nihayet bu ordular, modernlik olarak zulüm ve güvenlik organlarından başka bir şey bilmeyen modern devletler kurdular.
Sonra modern Batı dünyası, silah zoruyla, bu devletlerin vatandaşlarından, Filistin’in halkı olmayan bir toprak parçası olduğunu iddia eden bir grup oluşturdu. Tevrat’ta rivayet edildiği gibi, atalarına ait olan bu topraklara Yahudiler dönecekti.
Günümüzde de Siyonistler ve Amerikalılar, Filistin yönetiminin kurumlarının modernleştirilmesini istiyorlar. Oysa bilindiği gibi, Siyonistler (diğer bütün sömürgeciler gibi) başlangıçta, Filistin toplumundaki modern kesimlerle –işçi sendikaları ve siyasi partiler gibi- ilişki kurmayı reddetmişlerdi. (Aksine, 1948’den önce Filistin işçi sendikalarından birinin liderini öldürmüşlerdi).
Bunun yerine Siyonistler Filistin toplumundaki geleneksel kesimlerle ilişki kurmayı tercih ettiler. Bu tercihlerinin sebebi, bu kesimlerin, İngiliz/Siyonist sömürü saldırılarının tabiatını anlamayacaklarını zannetmeleri ve böylece onlarla ilişki kurmanın kolay alacağını düşünmeleridir.
Ancak bu düşüncelerinde hayal kırıklığına uğradılar. Reşid Rıza başkanlığında geleneksel liderlerden oluşan bir grubun onlarla yaptığı konuşmada, Filistinliler, toplumlarının modernleşmesine yönelik isteklerini ortaya koydular. Aynı şekilde demokratik ilkelerin uygulanması konusunda, yani barışı sağlamanın yegâne yolu olarak değerlendirdikleri, her vatandaşın bir oya sahip olacağı özgür seçimlerin yapılması hususunda yapancı sermaye ile ve yapancıların deneyimleri ile yardımlaşmaya da sırt çevirmediler.
Haim Waisman bir sözünde bu yolla gerçekleşecek barışı, mezarlık barışı (yani hiç gerçekleşmeyecek barış) olarak nitelendirmiştir ki, tamamen doğrudur. Çünkü Filistin’de demokratik modelin tatbik edilmesi, Siyonist yerleşimcilerin azınlık olacağı anlamına geliyor. Bu durumda ise Siyonistler, Filistinlilerin geleceğiyle ilgili tasarrufta bulunamayacaklar ve ısrarla üzerinde durdukları ve modern demokratik Batı tarafından da her türlü güç ile desteklenen, saf Yahudi devletini kuramayacaklardır.
İsrailli bir yorumcu şöyle diyor: Siyonist devlet, demokratik bir devlet değildir; bilakis demografik (yani Yahudi çoğunluğa sahip) bir devlettir.
Ve şu anda onlar, Arapların siyasi sistemlerinin ve İslâmî eğitim sistemlerinin modernleşmesini istiyorlar. Ancak gerçekte buradaki modernlik ile, askerî ve kültürel savaşlara karşı bizim direncimizi ve birbirimize tutunup dayanma gücümüzü artıran değerlerimizi ve kültürümüzü yok etmemiz kastediliyor.
Bu yüzden bir yorumcu, böyle bir modernleşmeyi, tabii modernleşme olarak nitelemiştir; yani maruz kaldığımız zulmü ve iliklerimize kadar emildiğimiz sömürüyü kabul etmemizi sağlayacak bir modernleşme.
Darvinci modernliğin olumsuz sonuçları sadece bizleri etkilemekle kalmamış, aksine küresel çapta bütün insanlığı etkisi altına almıştır.
Bu modernlik, sonu olmayan (lânihâi) bir ilerleme fikrini ortaya atmıştır. Bunu söylerken, sonu olmayan bir ilerlemenin, insanın nihaî hedefi olduğunu esas almıştır.
Ancak sürekli ilerlemek, bir hedefe doğru hareket etmektir; bu hedef ise sözlüklerde tarif edilmemiştir. Fakat uygulama göz önüne alındığında hepimiz biliyoruz ki, ilerlemenin hedefi, yeryüzünün tamamının Batı insanının çıkarlarına boyun eğdirilmesidir.
İlerlemenin en önemli göstergesi, tüketmek ve daha çok tüketmek haline gelmiştir... Batı insanının, sonsuz (lâmütehâni) tabii kaynakları tüketmesi... İş öyle bir noktaya gelmiştir ki, dünya halklarının %20’sini oluşturan Batı halkları, küresel tabii gelirlerin 80’ini tüketmektedir.
Amerikan halkının geçen yüzyılda tükettiği miktar, tarih boyunca insan soyunun tükettiklerinin tamamından daha fazladır.
Bununla birlikte tabii kaynaklar sınırlıdır.
Bu tüketimin sebep olduğu çevresel krizlerin bedelini ise hepimiz ödüyoruz.
Bir araştırma ortaya şu sonucu koymuştur: Eğer her şeyi ile Batı modelindeki ilerleme genelleşecek olsa, insanların ihtiyaç duyacağı hammadde ihtiyacını karşılamak için şu andakinin altı misli yerküreye ihtiyaç vardır. Yine geriye kalan artıklar ve çöpler için de iki misli yerküreye ihtiyaç vardır.
Bütün bunların ifade ettiği anlam şudur: Batı’nın Darvinist modernlik projesi, sadece Batı’nın ve üçüncü dünyadaki bazı seçkinlerin istifade ettiği ve herkesi kuşatacak kadar genelleşmesinin imkânsız olduğu bir projedir.
Amerika’nın Irak’a karşı giriştiği savaş da, Amerikan yönetiminin bu gerçeği idrak etmiş olmasından başka bir anlama gelmiyor. Çünkü bu savaş ile dünyada azalmaya başlayan tabii kaynakları hakimiyeti altına alıp, Amerikan halkının yüksek tüketim oranını korumak istiyor. Darvinist modernliğin Amerikan halkına vaat ettiği de budur.
Darvinist modernliğin, insana ödettiği maddî ve manevî bedelin son derece yüksek olduğunu artık hepimiz çok açık bir şekilde görüyoruz.
İlk olarak maddî yönü ele alalım: Bazı araştırmalar, sabit tabii sermayeden (fixednaturalcapital) bahsediyorlar. Yani değiştirilmesi (yerine başka bir şeyin konulması) imkânsız olan unsurlardan.
Bu çerçevede bir istatistikî araştırma şunu söylüyor: Eğer Batı’daki herhangi bir sanayi projesinin gerçek anlamda maliyet hesabı yapılsa (yani bu projeden elde edilecek doğrudan nakdî kazanç ile sabit tabii sermaye tüketiminden doğacak zarar hesaplansa), projesinin zararda olduğu ortaya çıkar.
Batı’nın sanayi projesi başarılar sağlamış ve buna devam etmektedir; çünkü bunun bedelini bütün insanlık ödemiş, ancak bunun kaymağını tek başına Batı insanı yemiştir.
Darvinist Batı modernliğinin seslendirdiği ilerlemenin bedeli çok ağır olmuştur: Ozon tabakasının delinmesi - denizlerin kirlenmesi - ormanların yok edilmesiyle ortaya çıkan çölleşme - kimyasal artıklar - hava kirliliği - atmosferin ısınması...
Darvinist modernliğin toplum dokusunda ve toplumsal değerler üzerinde de çok büyük olumsuz etkileri olmuştur. Bu olumsuz etkilerden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Aile kurumunun aşınması - insanlar arasındaki iletişimin zayıflaması - psikolojik hastalıklar - yapancılaşma ve yalnızlık duygularının artması - tek boyutlu insan tipinin ortaya çıkması - sayısal ve bürokratik modelin insana egemen olması - şiddetin ve suçun artması (hapishaneler Amerikan ekonomisinde en hızlı büyüyen sektör kabul ediliyor) – serbestlik (üretimindeki maddî ve tüketimindeki manevî maliyetiyle) – boş ve faydasız tüketim malları (insanın bilgisine hiçbir şey eklemeyen ve duygularında hiçbir derinlik sağlamayan, üretiminde ve tüketiminde toplumsal vaktin heba edilmesine yol açan mallar) – devletin büyümesi, güvenlik ve eğitim organları vasıtasıyla bireylere egemen olması – zevkler ve medya (magazin) sektörünün büyümesi, insanın özel hayatına karşı savaşması, bu sektörde çalışanların seçilmediği ve hiçbir hesap vermediği halde, insanın, emellerinin ve hayallerinin şekillenmesinde büyük bir etkiye sahip olması- silahlanmaya ve kuşatıcı yıkım araçlarına yapılan harcamaların gittikçe artması (insanlık tarihinde ilk kez silahlanmaya harcanan paranın, yiyeceklere ve giyeceklere harcanan paradan daha çok olduğu söyleniyor) – yerkürenin, ya birdenbire (nükleer silahlarla) veya tedrici olarak (kirlenme yoluyla) yok olma ihtimalinin ortaya çıkması...
Bütün bu etkiler, modern insanın kaygılı, muzdarip ve huzursuz olmasına sebep olmaktadır. Bu noktada, maddî etkiler ile manevî etkiler, birini diğerinden ayırmanın mümkün olmayacağı bir şekilde, iç içe giriyor.
Çok sayıda Batılı düşünür Darvinist modernliğin bu karanlık yönünün farkına varmıştır. Batı sosyolojisinde yer alan “modernlik krizi, değer krizi, ahlâkî kriz” gibi ifadeler bu farkındalığın yükselişe geçtiğinin delilidir.
Küreselliği ve vahşi kapitalizmi reddeden Yeşilci düşünceler, Frankfurt Okulu’nun düşüncesi, şefkate dayalı yeni bir küreselliğin ve yükselişin geliştirilmesinden bahseden teoriler..., evet, bunların hepsi de, yerküre sakinlerini ve insanın insanlığını tehdit eden Darvinist modernliği reddetme gayretleridir.
Darvinist modernliği eleştiri çerçevesinde Roger Garudy (Müslüman olmadan önce) şunları söylüyor: Çağımızın savaşı, Batı ekseninde ilerleme ve yükselme masalına karşı verilen savaştır. Bu bir intihar masalıdır. Aynı şekilde bu savaş, bir taraftan ilim ve teknolojiyi, diğer taraftan da hikmeti (hedefleri ve yaşamımızın anlamını görmeyi) birbirinden ayıran ideolojilere karşı verilen bir savaştır. Bu ideolojiler, insanı, insanî boyutlarından koparan aşırı ferdiyetçiliğe vurgu yaparlar ve sonunda, âlemi defnetmeye yetecek bir mezar yaratırlar.
Garudy bu sözlerinde tamamen doğrudur; çünkü Batı modelindeki modernlik, insanı kainatın merkezi olarak gördüğü iddiasıyla başlamış ve Michael Foucault’un şu sözleriyle son bulmuştur: Kişinin elinden felsefî bir gülüş ile karşılık vermekten başka bir şey gelmez... Var olmaya devam eden herkes, insan hakkında, onun saltanatı ve özgürleşmesi hakkında konuşuyor. İnsan, tıpkı deniz kıyısında kumların üzerine yazılıp, dalgalar tarafından silinen nakışlar gibi yok olup gidecektir. Âlem, insansız olarak başlamış ve insansız olarak son bulacaktır. Günümüzde insanın sonu geldiğinin kuvvetliliği ölçüsünde, tanrının yokluğu veya öldüğü kuvvetlenmiş değildir. Batı modernliğinin vaadi, kâinatta insanın merkeziliğini vurgulamasıydı; ancak tarihi olarak (fiilen) gerçekleştirdikleri, hepimizi, hızlı adımlarla insanın ölümüne, hatta tabiatın ölümüne götürüyor.
Değerlerden kopuk Darvinist modernlik karşısındaki insanî konum, modern medeniyete hâkim olan insana düşman kavramların gözden geçirilmesi gayretlerinin ve bu uluslararası servetin bir parçasıdır.
Bu yüzden yapılması gereken şey, genel insanî gayretlerin bir parçası olarak, bir İslâmî ve Arap modernlik projesi ortaya koyabilmek noktasında herkesin güçlerini birleştirmesi ve yardımlaşmasıdır.
Söz konusu genel insanî gayretler, değerlerden kopuk olan ve boğuşma, rekabet, savaş ve tüketim üzerine bina edilen Darvinist modernliği aşıp, müşterek insanlığımızdan hareketle, insanî bir modernliğe ulaşmaya çalışmaktadır.
Bu modernlik, toplumu farklı metotlarla idare eder; insanı katıksız bir madde olarak görmez ve değerlerden kopuk değildir. Aksine bu modernlik, değerler çerçevesinde hareket eder ve mutluluğu, daha çok servet elde etmede, tabiatı yağmalamada ve insanı sömürmede aramaz. Bilakis mutluluğu, adalet, yardımlaşma, dayanışma, (bireyle ve tabiatla) denge gibi insanî değerleri benimsemekte arar... İşte iyiliğimiz... ve bütün insanlığın iyiliği bundadır.
Allah en iyisini bilendir.
Türkçesi: Halil Kendir