Modernizm krizi aşılabilir mi?

Moderniteye hususi bir tarihî tecrübe olarak baktığımızda pek çok temel özelliğinden bahsedebiliriz. Bu tecrübeyi oluşturan ekonomik ve siyasi şartlar, Batı medeniyetinin Greko-Romen ve Yahudi-Hıristiyan kökleri, Reformasyon sonrasında yaşanan gelişmeler, Avrupa sömürgeciliği ve yeni kıtaların keşfi, kapitalizmin ortaya çıkışı, ulus-devlet gibi unsurlar, herhangi bir modernite tartışmasının değinmek zorunda olduğu konulardır.Biz burada modernitenin iki kurucu unsuru olan özgürlük ve rasyonalite kavramları üzerinde duracağız. Bu iki unsur, moderniteyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerinin de temelinde yer alır. Moderniteyle girişilen her ilişki ve hesaplaşma, bu kavramlarla hesaplaşmak durumundadır. Aksi halde modernitenin bilim, teknoloji, bireycilik, bürokrasi, ulus-devlet gibi tezahürlerine yoğunlaşıp, bu tezahürleri belirleyen temel saikleri ıskalayabiliriz. Dahası özgürlük ve rasyonalite, hem Batı hem de İslam toplumlarının anlamaya ve hayatlarında gerçekleştirmeye çalıştığı değerler. İki kavram arasındaki ilişki, bize modernitenin önemli bileşkelerinden de birini verir. Weber'in tabiriyle modern toplumlar, bir tarafta geleneğin sınırlarından kurtularak özgürleşirler öte tarafta rasyonelliği kurumsallaştırarak verimliliği artırırlar. Aynı anda hem bireysel özgürlüklerin hem de verimliliğin artırılması, modernitenin mutluluk vaadidir. İslam toplumlarının modernite tecrübesi, aynı zamanda bu iki kavramla hesaplaşmalarının tarihidir. Özgürlük ve rasyonalite kavramlarına biraz daha yakından bakalım. Özgürlük, moderniteyle ortaya çıkan otonom bireyin temel özelliğidir. Hegel'e ve onu izleyen Weber'e göre modernitenin en temel özelliği, seçme hürriyetidir. Modern otonom birey, birey olmanın sayısız imkânları arasından istediği tercihi yapabilir. Modern bilim ve teknoloji, bize bu imkânı sunar. Tercihlerin artması özgürlük alanının genişlemesi demektir. Bireyin tercihi olarak özgürlük Fakat buradaki temel nokta, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Weberyan manada özgürlük, seçme eyleminin ya da yeteneğinin kendisinden ibarettir. Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Daha doğrusu bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir tercihi anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir gerçekliğe dayanması değil, bireyin ortaya koyduğu iradedir. Kısacası modern özgürlük anlayışı, muhteva ile ilgilenmez. Bu konuda ahlaki bir hüküm vermez. Hükmü bireyin tercihine bırakır. Örneğin bir hippi olmak, dindar bir hayat sürmek yahut farklı bir cinsel tercihte bulunmak, bireyin seçme hürriyetini ortaya koydukları için anlamlıdırlar. Bu tercihlerin muhtevasını oluşturan değerler ve yaşam biçimleri hakkında hüküm vermek modern ahlak anlayışının dışındadır. Buna karşın gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür. Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, aynı zamanda pozitif olarak tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler. Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlarından kurtulmak demektir. Fakat modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler skalasına bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu göz ardı edilmektedir. Tercihlerin anlamını bireyin seçme hürriyetine bağlamak, seçme eyleminin değerden bağımsız olduğunu kanıtlamaz. Modernitenin temel krizlerinden biri burada ortaya çıkar: Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye çalışacağız demektir; ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih edeceğiz demektir. Dahası özgürlük ve anlam soyut kavramlar olarak bize insan oluşun manası hakkında fazla bir şey söylemezler. Bunlar insanların somut yapıp-etmelerinde, yaşam alanlarında işlev kazanan, daralıp genişleyen, incelip kalınlaşan kavramlardır. Muhtevadan yoksun bir tercih fetişizmi, küresel kapitalizmin, reklamların, televizyon ve eğlence kültürünün muazzam gücü karşısında bizi tamamen savunmasız bırakır. Bu iki değer arasında bir çatışma ilişkisi olmak zorunda mı? Elbette değil. Fakat bunu sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. 20. yüzyıl, bu ikisi arasında denge kurmaya çalışan, fakat ya anlam adına totaliter ideolojilere, ya da özgürlük adına nihilist söylemlere götüren örneklerle dolu. Peki hayatımıza anlam veren, fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki duruş mümkün müdür? Gerçekliğin tanımını bireylerin tercihine (Weber'in "metodolojik bireyciliği") bırakmayan, ama özgürlüğü de anlamlı bir değer olarak kabul eden bir tasavvura nasıl ulaşabiliriz? Bu soruya tatmin edici bir cevap bulabilmek için, modernitenin ikinci kurucu unsuru olan rasyonalite kavramına bakmamız gerekiyor. Çünkü bizi özgürleştiren süreçle rasyonaliteye ulaştıran mekanizmalar arasında yakın bir ilişki var. Kökleri yine Weber'de olan, ama başkaları tarafından da dile getirilen modern tanıma göre rasyonalite, bir hedefe ulaşmak için belli kurallara uymaktır. Rasyonalite duygusal ya da rastgele tepki vermeyi değil, verimlilik ilkesine göre hareket etmeyi ifade eder. Rasyonalite tutarlılık demektir. Bir başka ifadeyle amaç ile araçlar arasındaki ilişkinin tutarlı bir şekilde ortaya konmasıdır. Rasyonalite ve sınırları Bu rasyonalite tanımına bütün dünya toplumlarında rastlamak mümkün. Burada farklı olan, rasyonalitenin bir süreç olarak tanımlanması, ama sürecin muhtevasının boş bırakılmasıdır. Yukarıda tartıştığımız özgürlük kavramı gibi rasyonalite de geleneğin belirlediği muhtevadan (yani anlam ve değer kategorilerinden) bağımsız olarak ele alınır. Bu, akıl ile ahlak, rasyonalite ile ahlakilik arasında zorunlu bir zıtlık ilişkisi manasına gelmez. Fakat ahlak, estetik, inanç gibi değerler rasyonalitenin belirlediği verimlilik ilkesine göre tanımlanır. Bu şekilde tanımlanan amaca götürmeyen her şey, irrasyonel sayılır ve reddedilir. Özgürlük sorununda olduğu gibi burada da "muhteva" meselesine geri geliyoruz. Buna göre rasyonaliteyi ikiye ayırabiliriz. Birincisi modernite-öncesi düşüncede karşımıza çıkan içerik-yoğunluklu (substantive) rasyonalitedir. İkincisi ise muhtevadan bağımsız olarak tanımlanan formel rasyonalitedir. Birinci görüşte rasyonellik sadece bir süreç olarak değil, aynı zamanda değer-yüklü bir durum olarak tanımlanır. Değerlerin mutlak bağlayıcılığı ve vazgeçilemezliği, rasyonel süreçlerden yahut araç-amaç ilişkilerinden önce gelir. Rasyonel olmak sadece mevcut araçlar ve tercihler arasından bizi hedefe en çabuk götüren sonuca ulaşmak değildir. Rasyonalite aynı zamanda özünde anlamlı ve doğru olan hedef yahut hedeflere ulaşmaktır. Formel rasyonalite, muhtevaya ilişkin tanımları geleneğin bir sınırlaması olarak gördüğünden değer ve içerik yüklü rasyonalite tanımından uzak durur. Şüphesiz formel rasyonalite değerlerin varlığını inkar etmez. Ahlaksız bir dünya önermez. Fakat bu temel değerleri, son tahlilde bireylerin tercihleri olduğu için anlamlı bulan şeyler olarak tanımlar. Bu tercihler her zaman bencil ve yıkıcı olmak zorunda değildir. İnsanlar iyi ve ahlaklı olmayı da tercih edebilirler. Fakat son tahlilde bu tercihlerin muhtevasını (iyi, kötü, ahlaklı, zalim, vs.) olmayı belirleyen, onların bireyler tarafından tercih ediliyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle formel rasyonalite gerçekliği yahut varlıkların anlamını reddetmez. Fakat varlıkların bilen özne tarafından öyle tanımlandıkları için anlamlı olduklarını söyler. Böylece bilen özne, anlamın yegâne kaynağı ve yaratıcısı haline gelir. Tam da bu noktada modern sübjektivizm, bütün cesametiyle çıkar karşımıza. Dünyaya yarı-tanrısal bir bakış açısıyla bakan modern özne, kendini anlamın yegâne kaynağı olarak görür. Kendi dışındaki bütün ötekiler (tabiat, farklı toplumlar, Doğu, geri kalmış kültürler, vs.), anlam verilmeye muhtaç varlıklar olarak tasnif edilir. Descartes geri giden modern öznenin felsefi kökleriyle "Beyaz adamın yükü" ve "vazife-i temeddün" olarak formüle edilen sömürgecilik arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmak mümkün değil. Doç.Dr. iBRAHİM KALIN - HOLLY CROSS ÜNİVERSİTESİ/SETA VAKFI KOORDİNATÖRÜ

- - - -