Başta resmi olanı olmak üzere, Türkiye'nin siyasi söyleminde 'modern' sıfatı genellikle olgusal bir durumu değil de 'olması gereken'i tanımlamakta kullanılmaktadır. Bir şeyi 'modern' olarak nitelemekle onun aynı zamanda 'iyi' olduğunu da belirtmiş oluyoruz. Böylelikle, modern düşünceler, ilkeler ve kurumlar tanımı gereği 'iyi' olmakta ve ahláki tartışmanın dışında kalmaktadır.
Oysa, zihinsel ve kültürel olarak içine 'gömülü' olduğumuz için farkında olmasak da, modernlik insanlık tarihinde oldukça yeni ve 'tesadüfi' bir durumdur. Elbette modernliğin ahláki tercihlerimizin ürünü olan unsurları da vardır. Ama mesele şu ki, çoğumuz, tamamen tarihsel tesadüfün ürünü olan kimi düşünce ve kurumların aynı zamanda ahláki olarak da 'iyi' olduklarını düşünme eğilimindeyiz.
Esas itibariyle 'Aydınlanma'nın etkisi altında oluşmuş bulunan modernist zihniyetin dış dünyaya ilişkin temel kabulü şöyle özetlenebilir: Akıl sahibi bir varlık olarak insanoğlu fiziki evren gibi beşeri veya toplumsal dünyayı da eksiksiz bir şekilde kavrayabilir. Varoluşun yasalarının bilgisi sayesinde toplumsal dünyanın da sırrını çözebilir ve dolayısıyla onun işleyişine güvenle müdahale edebiliriz. Aklımızın beşeri gerçekliği 'iyi', 'adil' ve 'doğru' ilkelere göre yeniden düzenleme konusundaki kapasitesinden şüphe etmemeliyiz.
Modernliğin siyasi tasavvurunun temelinde ise 'birlik' düşüncesi yatmaktadır. Nitekim, toplumsal örgütlenmenin en 'iyi' biçiminin güçlü ve merkezi bir 'siyasi birlik' şeklindeki örgütlenme tarzı olduğu genellikle kabul edilmektedir. Bununla tutarlı olarak, yönetilenler veya halk da benzerliklere dayanan, türdeş bir toplumsal formasyon olarak, bir 'ulus' olarak tasarlanmaktadır.
Bu çerçevede ulusa -ve dolayısıyla devlete- sadakat başka her türlü (dini, kabilevi, akdi veya gönüllü) sadakatten üstün görülmektedir. Böylece aile, cemaat ve etnik topluluklar gibi gruplar karşısında siyasi aidiyet ve kimlik ahláken 'üstün' sayılmakta, bütün bu 'aşağı' kimliklerin 'üst' siyasi kimliğe tabi olması istenmektedir. Aynı anlayışın bir sonucu olarak, farklılıklar modern devlet için bir tehdit olarak görülmektedir.
Modern devletin yönetilenlerin 'rıza'sına dayanması gerektiği düşüncesi, demokratik 'Tanrı-Devlet'in toplum üzerindeki tahakkümünü bir bakıma maskelemektedir. Devletin bir 'sosyal sözleşme'nin ürünü olduğuna ilişkin modern düşünce de bunu kolaylaştırmakta; böylece devletin kendi rızalarının ürünü olduğunu ve 'toplumun iyiliği' için faaliyet gösterdiğini düşünen insanların bu mütehakkim otoriteye itaati garanti edilmektedir.
Modern ulus devletlerin başka bir özelliği uluslararası düzenin temelini, 'egemen' politik birimler olarak ulus devletlerin oluşturmasıdır. Egemenlik ise devletlerin kendi tebaaları üzerinde sınırsız hüküm yürütme yetkisine sahip olmaları demektir. Başka bir ifadeyle, devletlerin uluslararası hukuk bakımından egemen sayılmalarının asıl önemi, bunun onlara kendi 'iç işleri'ni serbestçe düzenleyebilme, kendi halkları üstünde dilediğince tasarrufta bulunabilme yetkisi vermesindedir. Ayrıca, modern devletlerin ana yönetim ilkesi 'hukuk devleti' yerine 'hikmet-i hükümet'tir. Devletin devlet olarak varlığı, nihai tahlilde, bireylerin 'doğal haklar'ından da 'toplumun refahı'ndan da önce gelir.
Nihayet, modern devlet Weberyen anlamda 'akılcı' biçimde örgütlenmiştir. Bunun bir anlamı da devletin düzenleyici bir otorite olmasıdır. Modern devletlerde düzenleme eğilimi kamu alanını aşarak sivil toplumu da kuşatan bir perspektif içinde yürümektedir. Toplum hayatının akla gelebilecek hemen hemen her yanını katı kurallara bağlama ve böylece birey ve grupların özgür hareket alanını gitgide daraltma eğilimi modern devletin karakteristiklerindendir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin tipik bir örneğini oluşturduğu bu modelin tartışmasız 'iyi' olduğunu varsaymak, bana öyle geliyor ki, insanoğlunun 'iyi' arayışını, en hafif deyimiyle, hafife almaktır.
Kaynak: Star