Mimariyle yatıyor mimariyle kalkıyoruz. Çamlıca Camii projesi tartışmalarından daha önce, kentsel dönüşüm haberleriyle başladı bu ilgi. Kendimi bildim bileli gazete okuruyum. Ne gazetelerin ne de ortalama vatandaşın mimariyle, şehircilikle bu denli ilgili olduğu bir dönem hatırlıyorum. Kimi gazetelerin sadece mimarlığı ve çevreyi konu alan köşe yazarları var. Belki iletişim teknolojisindeki meseleleri tezlikle farketmeyi mümkün kılan gelişmeler bunun nedeni, belki yaşadığımız çevrenin hiç olmadığı kadar radikal dönüşümlere maruz kalması. Sıradan vatandaşın çevre duyarlığının medyaya yansıması da daha az önemli değil. Aslına bakarsanız, sıradan vatandaşın yükselmesi gereken tepkisi, çevreye aldırışsız herhangi bir apartmanın Devlet Kuşu'nda veya Huzur Sokağı'nda anlatıldığı kadar pervasızca kendi halinde bir mahalleye kondurulması önünde en büyük engel. Çünkü onun başı sıkıştığında nefes almak için koşacağı bambaşka mekanları yok.
Lifestyle dergilerinde mimari, özellikle de iç mimari her zaman popüler bir başlık olagelmiştir. Artık bu tür dergiler "muhafazakâr" diye isimlendirilen mütedeyyin kesimlerin yaşadığı, Mekke-i Mükerreme'ye dahi canlı görüntülerle açılan LED duvar kağıtlı, "ibadet odalı" evlere de sayfalar ayırıyor. "Zengin muhafazakârın "hat sanatına ve Osmanlı eserleri"ne düşkünlüğü, iç mimaride sadece öznesi değişen bir merakı yansıtıyor. İrvin Cemil Schick "Bedeni, Toplumu, Kâinatı Yazmak" isimli eserinde, 1990'lardan itibaren ulusalcılığın sunduğu geçmişle yetinemeyen yeni, genel itibarıyla muhafazakâr ama ekseriyetle de "laik" dolar milyarderlerinin Osmanlı eserlerine yoğunlaşan ilgisini irdeliyordu. Hat sanatının şimdilerde kültürel miras olarak değil de dinî duyarlıkla gündemde tuttuğu yer, normalleşmenin göstergesi elbet. Bu konuda yükselen yeni ilginin "muhafazakârlık" başlığı altındaki sunumu, ilgi ve niyetleri aynı kefeye indirgeyen bir tüketimin teşviki açısından tercihe şayan olmalı.
Ne de olsa hat sanatına yoğunlaşan kesimlerin "İslami" niteliği işin içine karıştırıldığında farklı ölçüler ve değerlerden söz etmek kaçınılmaz hale gelecek. Söz konusu "kültürel miras"a dönük ilgiyle, "Diriliş" düşüncesinde somutlaşan hayat tarzı/ mekân özlemleri arasında bir uçurum olduğunu bu köşede yayımlanan bir yazımda açmaya çalışmıştım: "Evlerinin içi nasıl döşeli?" Bahçe, çınar, mahalle, ayakların toprağa basması, kıble ölçüsü, hatta organik mimarinin öncüsü Frank Lloyd Wright'ı tasarımlarında etkilemiş olan, çeşitli şekillerde, her yöne açılarak oturmaya izin veren mobilya olarak, "sedir" olgusu... (Bu "sedir olgusu"nu ayrı bir başlık altında yazmayı düşünüyorum.) Modernite (ve kemalizm) bize ait olan ne varsa, elimizden alırken şiirlerle sürdürüyorduk savunmamızı. (Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey/ Ferhat niçindir kırdığın bunca taş senin...) Ne Lübnan'a öykünmesi gerekirdi, ne de Manhattan'a; İstanbul'un gökdelenlere ihtiyacı yoktu.
İmar inşa yetkileri elimize geçtiğinde ne oldu da hayat hikayeleriyle bütünleşmiş mahalle ve sokaklara dönük koruma gözetme duyarlığını "Batıcı" yazarların kalemlerinin insafına terketmeye başladık... Bunun cevabı, sadece "nostalji" üzerinden oluşturulan mimarlık ve çevre duyarlığının, imar-inşa alanında ellerin taşın altına konulmasını gerektiren aşamasında yeterli malzeme ve açıklama sunamıyor olmasında aranmalı.
"Nostalji"ye dayalı birikimin yıkım karşısında dayanıklı olmaya yetmediği noktada, kentsel dönüşüm faaliyetleriyle de bütünleşirken kaçınılmaz olarak yeni teklif ve eleştirilere açılıyor zihin ve muhayyeleler. "İslami kesim" olarak adlandırılan kesim veya kesimlerin şehir ve mimari alanlarında hem katılımcı hem de eleştimen sıfatıyla edindiği yeni tecrübe ve kazanımlar, pozisyon ve bakış açıları, mimarlık ve çevre alanında süren konuşkanlığa bir katkı sunmaya başladı gibi geliyor bana. Bu konuşkanlığın entelektüel plandaki yansıması, mimarlık ve şehircilik sorunlarını ciddiye alan metinlerde gözlenen, alışılmış nostaljik yorumların ötesine geçen çözümleme ve tanımlama çabası.
Keşke benzeri bir duyarlığı, daha geniş ancak rastlantısal bir okuma sunumu anlamına gelen panolarda da görebilseydik... Kaybolup giden Çınçın Mahallesi'ne "bir varmış bir yokmuş" başlığıyla göndermede bulunan panolarla anlatılmak istenen tam olarak nedir?... O hayatlara ne oldu, evlerini terketmeye mecbur edilen o insanlar kendilerine yeni ve mutlu hayatlar kurabildiler mi? ... Kaybolup giden Çınçın Mahallesi için "bir varmış bir yokmuş" başlıklı panolarla anlatılmak istenen tam olarak nedir?... Mekân değişimine (dayatılmış bir modern hayata) zorlanan insanlar kendilerine bir yuva algısıyla muhkem bir çevre edinebildiler mi? (Sahi, 1960'ların gecekondularında sürdürülen çatallı bıçaklı yemek yemeyi öğretmeyi de içine alan Modern Hayat Kursları'nı hangi açıdan eleştiriyorduk?) İnsanı, kendini yuvasında hissetmeyi mümkün kılacak süreçlerle değil de katı operasyonlarla değişmeye zorlayan mekânlar, akla betonarmenin gücüne iman etmiş Fransız ütopyacılarını ve Sovyet mimarlık üsluplarını getiriyor.
Mimarinin medyatik bir başlık haline gelmesi, insan için mimari değil de inşa için insan döneminin karmaşık ve bütünüyle hayati sahnelerinin görmezden gelinemeyecek boyutlara ulaşmasının da bir sonucu. Acil mimarlık gündemlerinin çözümsüzlüğe terkedilmesi nedeniyle ortaya çıkan, çıkmakta olan şehir ve imar sorunları mimarlığın çokça gündemde olmasının başlıca sebebine dönüşüyor. Adana/Kozan'da, Mahmutlu Mahallesi'nde çarpıcı bir örnek yaşanıyor ve belediye başkanı, durmuş oturmuş, halinden gerçekten de memnun olduğu anlaşılan mahallenin sakinlerine, kentsel dönüşüm bunu gerektirdiği için, "plan-proje hazırlanmış olduğundan" evlerini yıkacağını bildiriyor. Eğer kentsel dönüşüm konunun uzmanlarının belirttiği gibi "korunması gereken değerleri yeni bir koruma biçimiyse", Kozan halkının bir kısmı böyle bir proje şiddetine maruz kalmamalıydı.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın acilen el atması gereken bir teşebbüs, Kozan'da yaşanan. Bütün tuhaflığı, mantıksızlığı, anlayış ve ufuktan yoksunluğuyla şehir için proje değil, proje için şehir mantığına bir örnek.
İmar ve şehircilik alanında faaliyet gösteren herhangi bir kurum, bütün iyi niyetine karşılık inşaat tozunun kara büyüsünün etkisi altında hata işlemeye, dahası hatanın türlü görümümlerini fark etmekten uzak bir görüş darlığına duçar olabilir, bu anlaşılır. Bu görüş darlığının bir sonucu orta vadede oturulamaz olan konutlar üretmekse, bir diğeri de proje için proje hevesine teslim olmaktır. TOKİ'yi bu nedenle dostane duygularla eleştirmeye devam etmekten kendimi alamıyorum; Mimar Sinan'a, Selçuklu üslubuna ve sıradan insanın barınma ihtiyacına atıfta bulunarak geleceğe ilham verecek sağlamlıkta çalışmalar ortaya koymak, amacı öncelikle daha fazla konut üretmek olarak görünen bir faaliyetle bir arada yol alamaz. İçinde yaşayacak insanların mizacı ve çevre bağlantıları hesaba katılmadığı takdirde siteler veya toplu konutlar istedikleri kadar refah ve sosyal statü öne sürsünler, uzun ömürlü olamazlar.
Misal, David Harvey, Baltimore şehrinin sınırları içinde mevcut 300 bin meskenden 40 bininin boş olduğunu hatırlatıyor, ilk baskısı 2002'de yapılmış olan Umut Mekânları'nda. Terkedilmeye veya yıkılmaya mahkûm konut siloları üretmek için Le Corbusier'ci modernistlerin yerleşik mahalleleri yıkma huyuna alışmayalım.
Ne olmuştu ki Baltimore'da... ABD'deki çoğu metropol gibi, Baltimore da olağanüstü bir hızla (tabiatla kaynaşmak için de) dışarıya doğru yayılmaya başlamıştı ve Harvey'e göre bu mülkiyetli bireyciliğin ardında karmaşık bir nedenler çorbası bulunuyordu: "Kente dair korkular, bunlarla birleşen ırkçılık ve sınıfsal önyargılar, kentin birçok yerinde kamu altyapılarının çökmesi ve yalıtılmış, korunaklı konfor temin etmeye yönelik "burjuva ütopyası"nın çekiciliği."
Yanı sıra düşük yoğunluklu bir genişlemeyle gelen monoton bir peyzaj ile yüzde yüz otomobil bağımlılığı... Tabii hayata dönüş bu olmasa gerek. Öte taraftan, öne çıkan bu kaçma eğiliminin kentin yerleşik dokusunun apaçık hırpalanması pahasına gerçekleşmesi, İstanbul örneğinde bütün Anadolu'ya genişleyerek gözlerimizin önünde devam ediyor. Galiba mimarinin medyatik bir başlık olması, hiçbir zaman bu denli inşaat tozuna maruz kalmadığımızın da ifadesi. Haddini aşan toz zehirliyor ve alerjik astım işaretleriyle sarsıyor toplumsal bünyeyi.
Bana kalırsa işte bu zehirlenmeye karşı bir direnç oluşturmak üzere, büyük bir rant alanı anlamına gelen şehir ve mimarlık etrafındaki kararlar ve uygulamalar, halktan ve uzmanlardan oluşan ortak bir kurulun kamusal denetime açık karar süreçleriyle oluşmalı. Ömrünü bu meselere adamış isimler, kurumlar var.
Halkın rızası, Hakk'ın da rızasıdır, Turgut Cansever'in şehircilik ve mimari çözümlemelerinde hep altını çizdiği gibi: Şehircilik ve mimari alanındaki köklü ve önemli değişiklikler kadar hiçbir şey yaşadığı mekân ve çevre konusunda sorumlu ve ilgili olması gereken insanların rızasını almaktan daha önemli olamaz. Şehri ilgilendiren inşa ve yıkımları halkla paylaşmak, şehrin yaşayacağı telafi edilemez kayıpları, şehirlinin maruz kalacağı kırılma ve incinmeleri en aza indirgemenin olmazsa olmaz icabı...