Milliyetçilik, iktidarın, servetin ve toplumsal idari statülerin el değiştirmesini mümkün kılan bir ideolojidir. Bu özelliğiyle her zaman aydınlara cazip ve kışkırtıcı gelmiştir. Herhangi bir kavmin aydınları, milli veya ulusal bir ideolojiyi savundukları zaman, tebaası veya hükümranlığı altında oldukları genel yapının içinde "birinci sınıf" ve ondan koptukları zaman da "birinci sınıf iktidar seçkini" olacaklarını düşünürler. Türk milliyetçileri, birincisi, Osmanlıdaki iktidar, servet ve toplumsal statünün el değiştirmesinin bir aracı olarak bunu görmüşlerdi. İkincisi, Türkiye'yi modernleştirici bir politika ve yol, hatta modernizasyonu mümkün kılan tek yol olarak düşünüyorlardı. Topraklar kaybedilmiştir ve bundan sona Anadolu'da fiziki varlık devam ettirilecektir; o halde tekrar güç kazanabilmenin tek yolu milliyetçi veya ulusalcı ideolojiye sahip olmaktır. Dahası milliyetçilik aynı zamanda endüstri toplumunun da bir ideolojisidir.
Türk milliyetçiliğinin iki versiyonu var, hatta "Türk milliyetçiliği" terimini kullandığımız andan itibaren bir versiyonuna atıfta bulunuyoruz. Belirtmek gerekir ki, söz konusu ayrım Türkçeye mahsustur; Arapça veya İngilizcede bu tarz ayrımlara rastlanamaz. Örneğin biz, Türkçe konuşanlar "medeniyet" ile "uygarlık"ı, "kent" ile "şehri", "ilim" ile "bilim"i ayrı ayrı anlamlarda kullanıyoruz. İlim dediğimiz zaman, İslami ilimleri veya İslami usullere göre bilgi elde etme sürecini; bilim dediğimizde isi, bilimsel yönteme göre ve Batılı usulde bilgi elde etmeyi kastediyoruz. Keza kent modernliğe, şehir ise, geleneksel olana, yani İslam'a aittir.
Milliyetçilik meselesi de böyledir; bir "Türk milliyetçiliği" var, bir de "Türk ulusçuluğu". Türk milliyetçiliğinin bu iki versiyonu, cumhuriyet döneminden itibaren, at başı olarak gitmiştir. Kurucu kadronun formüle ettiği ve Türk ulusu inşa etme projesinin adına, ulusçuluk veya bugünkü tabirle ulusalcılık politikaları takip edildi.
Ulusalcılığın birinci parametresi laik ve pozitivist olmasıdır. Dini etkileyici veya belirleyici bir faktör olarak görmez; aksine dini ilerlemenin ve "muasır medeniyet seviyesine çıkma"nın ve güç kazanmanın önünde bir engel olarak görür. Bunu, 19. yüzyılın hem Batı hem de Osmanlı pozitivistlerinden miras olarak devralır.
Milliyetçi ideoloji, tabii ilk olarak da dilden başlar. Dili, laikleştirmek, sekülerleştirmek ister. Milliyetçilik veya ulusçu ideoloji, duygu yoğunlukludur, hatta aslında bir romantizmdir, akli temeli de zayıftır. Bütün milliyetçi ideolojilerde, analitik olarak düşünmeye başladığın andan itibaren, farklı düşünmeye başlarsın. Daima duyguya ağırlık verdiği için söylem edebiyat, roman, şiir, metinler ve hikâyeler üzerinden devam eder. Mesela dilin laikleştirilmesi, Güneş Dil Teorisi'nden hareketle formüle edilmiş. Hareket noktasını tayin eden tez şuydu: Türk ulusu, beşeriyet tarihinin merkezidir; bir güneştir ve diğer bütün uluslar veya milletler bunun uyduları veya çevresinde dolaşan gezegenleri hükmündedir. Mesela Grönland adası bir Türk adasıdır (!). Türk kaptanlar deniz seyahati yaptıkları zaman kuzeye gitmişlerdir, aylarca süren deniz seferinden sona çok yorulmuşlar, nihayet karayı görmüşler. Bir Türk tayfa büyük bir heyecanla bağırmış "işte kara göründü" diye, öbürü "hani nerde görmüyorum" deyince beriki "gör lan" demiş, böylece adanın adı da Grönland olmuş. Yine mesela Türk kâşifler Avrupalılardan çok daha önce keşiflere çıkmışlar, Latin Amerika'yı gezmişler, Brezilya'ya inmişler, bir nehir tespit etmişler, o nehri takip ede ede günlerce, haftalarca yol almışlar ama nehrin sonu gelmemiş, bir türlü denize döküldüğü yere ulaşamamışlar ve "amma da uzun" demişler, bu söz üzerine nehrin adı Amazon olmuş (!).
Böyle son derece naif benzetmelerden, istiarelerden, kıyaslamalardan, daha doğrusu yakıştırmalardan hareketle bir Güneş Dil Teorisi kurmuşlardı. Burada asıl amaç, dili, dini ve manevi kökünden koparmak, içini boşaltmak ve özellikle Arapça ve Farsçanın etkisinden kurtarmaktır. Osmanlıca çok büyük bir dildi, bir imparatorluğun diliydi; bütün dillerden ama en başta Arapça ve Farsçadan beslenerek gelişmişti. Redhouse İngilizce-Türkçe sözlükte 55 bin kelime vardır. Demek ki, 55 bin Osmanlıca kelime bulmak mümkündü; bu çok yüksek bir rakam. Fuzuli, üç dilde -Türkçe, Arapça, Farsça- 18 bin kelime ile şiirler yazmıştır. Bugün 18 bin kelime ile kaç şair şiir yazabilir? Çok da entelektüel derinliği olmayan; ama aydın, okumuş-yazmış, dünyayı kavrayıp analiz edebilen normal bir insanın, günde 5 bin kelime kullanması lazım; zira standart bir Osmanlı münevverinin gündelik olarak kullandığı kelime sayısı 5 bin idi. Araştırmalara göre, günümüzde Türk insanının gündelik hayatta kullandığı kelime sayısı, 300 ile 500 arasında değişmektedir. İnsanlar öyle sığlaşmıştır ki, duygu ve düşüncelerini ifade edemez hale gelmişlerdir. Dil giderek hem manevi ve müteal (aşkın) boyutundan kopmakta ve yoksullaşmakta hem de kelime sayısı azalmaktadır. Kelime sayısı azaldıkça, kendisini kelimelerle ifade edemeyen insan, bu sefer beden dilini kullanmaya, el ve ayaklarıyla konuşmaya başlamıştır. Günümüzde beden dili, zaten lisan dilinin önüne geçmiştir.
Bu tamamiyle tabiatı gereği şiddeti seven ve yücelten milliyetçi-ulusalcı eğilimlerle uygunluk içindedir. Aynı zamanda bu, toplumun niçin şiddet yüklü olduğunun da bir ifadesidir. İnsanlar kendilerini ifade edecek kelime bulamıyor. Arapçada 160 bin kavram vardır, kelime değil, ıstılah; kelimenin sayısı milyonları bulur. Şimdi 160 bir kavramla kendini ifade edebilen bir insan ile gündelik dilde 300 veya 500 kelimeyle konuşan veya kendini ifade etmeye çalışan insan arasında çok muazzam farklar vardır.
Türk ulusçuluğu veya ulusçuluk manasındaki milliyetçilik, kendisine, İslam öncesi bir tarih, bir geçmiş, bir kök aramıştır. Böyleye Akadlar, Sümerler, Hititler keşfedilmiş, daha doğrusu yeniden diriltilmiş veya Orta Asya figürüne dönülmüş ve köklerimiz buralara dayandırılmıştır. Gelgelelim bunlar tutmamıştır; netice itibariyle ortada modernleştirici, laik, pozitivist ve özünde seküler olan bir ulusçuluk kalmıştır.