Millet sandıkta ne diyecek?

Perşembe günü, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün davetlisi olarak Kayseri'deydim. Gül'ün mağduru olduğu Köşk krizinden çok önce, dünyanın dikkatini çeken bu şehirde bulunmak heyecan vericiydi. 
 
Şehirde bulunduğum kısa sürede, bir yandan Roma ve Selçuklu dönemine uzanan tarihî eserleri gezerken, bir yandan da Kayseri'yi farklı kılan özellikleri anlamaya çalışıyordum. Acaba coğrafya bir ipucu verebilir miydi? Medeniyetlerin konup göçtüğü engin bozkırın ortasında yükselen Erciyes Dağı'nın, o dik başlı duruşu ile Kayseri ve Kayserili arasında bir ilişki kurulabilir miydi? Çok sayıda Kayserili ile konuşmaya çalıştım. Hepsinden çok şey öğrendim. Galiba en verimlisi, 28 Şubat'ın sivri dilli siyasetçilerinden, eski Belediye Başkanı Doçent Şükrü Karatepe ile yaptığım görüşme oldu. Başkanlığı döneminde yaşadığı ilginç bir olayı anlattığında, ilk tepkim "Sayın Başkan, bunu yazmama izin vermelisiniz" oldu. Sağ olsun, bizi kırmadı.

Karatepe, belediye başkanıdır. Şehre, daha sonra siyasette önemli yerlere gelecek bir isim, vali olarak gelir. Bu kişi, Saffet Arıkan Bedük'tür. Bedük, şehri temsil eden sivil kuruluşlarla buluşmak ister. Belediye, Sanayi ve Ticaret odaları, Kızılay, Gazeteciler Cemiyeti gibi birçok kuruluşun başkanları davete icabet eder.

Kayseri gerçeğinin verdiği ders

Davetlileri tek tek süzen Vali, Karatepe'yi yanına çağırır ve soluna oturtur. Ve herkesten yüksekte oturan vali, konuşmaya başlar. Bu bir bakıma devletin millete hitabıdır. Konuşma, bir noktadan sonra buyurgan bir hal alır. "Şunu, şöyle yapın, bunu böyle yapmayın" şeklindeki üslup yüzünden salonda esen negatif havayı hisseden Karatepe müdahale etmek ister. Ama... tepkisini kestiremediğinden bundan da vazgeçer. Kayserilinin bu tarz konuşmadan hoşlanmayacağını iyi bilmektedir. Çünkü Kayseri, devletin bahşettikleriyle değil, kendi çabasıyla ayakta duran bir şehirdir. Devlete saygısı sonsuzdur. Ama bu, kul-efendi ilişkisindeki saygıdan çok farklıdır. Tarihî, kültürel, dinî temelleri vardır. Konuşma bitip herkes dağıldıktan sonra, Karatepe bu üslubun sürmesi halinde, bu toplantıya bir daha kimsenin gelmeyeceğini söyler usulünce. Bu şehirde, ömründe bir kez bile Hükümet Konağı'na girmemiş insanların kendi çabasıyla fabrikalar kurduğunu, dünyaya mal sattığını ve bankaya ihtiyaç duymadan bu işleri kendi birikimiyle başardığını anlatır.

Gerçekten de ikinci toplantıya kimse katılma taraftarı değildir. Karatepe'nin ikna çabası da fayda etmez. Toplantıya, kendisinden başka sadece ticaret odası başkanı gelir... Sonrasında yaşanacak bir hadise de bu dersi iyice pekiştirir. Bir polisi vurup kaçan terörist, polisin elindeki araçların eski model olmasından dolayı yakalanamaz. Vali, arabaları yenilemek ister; ama kaynak yoktur. Karatepe ile konuşur. Karatepe, 'Sayın Vali, Şimdi toplantının sırası geldi' der ve şehrin önde gelen işadamları çağrılır. Durum arz edilir. O gece, Kayseri polisinin kullanacağı 55 yeni aracın bedeli valiye teslim edilir. Böylece vali Kayseri'yi tanımış, kaynaşma sağlanmıştır.

Bu olay, Kayseri gerçeğinin bir anda kafamda belirginleşmesini sağladı. Bu sayede, Batı'da birçok düşünce kuruluşunun neden Kayseri'yi incelemeye aldığını, birçok yabancı devlet adamının neden bu şehri görmek istediğini ve son olarak seçimleri izlemek için ülkemize gelen yüzlerce yabancı gazetecinin neden mutlaka Kayseri'ye uğradıklarını daha iyi anladım.

Hatırlarsanız, Avrupa İstikrar Girişimi (ESI) adlı Batılı bir enstitü, 2 yıl önce Kayseri'yi sosyolojik açıdan incelemiş ve "İslami Kalvinistler: Orta Anadolu'da Değişim ve Muhafazakârlık" başlığını taşıyan oldukça ilginç bir rapor yayınlamıştı. Konuşmamızda, bu raporun başlığında geçen ve medyada bazılarının yanlışlıkla Kayserilinin itikadıyla ilgili bir konuymuş gibi tartıştığı 'Kalvinizm' kavramının ilham kaynağının da Karatepe olduğunu öğrendim. Nitekim raporda, onun Kayseri'yi tahlil ettiği 'Kendini Kuran Şehir' kitabından da yararlanılmıştı. Batılı kafaların bu Kayseri incelemesinde, bizdeki katı Kemalistlerin asla anlamak istemediği (Mesela, Melih Aşık, 20 Temmuz tarihli köşesinde bu yöndeki analizleri anlamaya çalışmak yerine, bu tahlilleri yapan gazeteci ve sosyal bilimcilere efelenmiş. Doğrusu hiç şaşırmadım) ya da anlayamadığı şu sonuca ulaşılıyordu: "Ekonomik başarı ve toplumsal gelişmenin, Kayseri'de İslam ve modernliğin sorunsuz biçimde birlikte yaşandığı bir ortam oluşturduğu ortada. Bugün, Avrupa Birliği'ne girmek için çabalayan, işte bu tür değerlerle şekillenen bir Anadolu'dur."

Aslında Kayseri'nin bu öyküsü ile 1980'lerde başlayan dünyaya açılmayla şekillenen bugünkü Türkiye arasında çok büyük benzerlikler var. Aynen Kayseri gibi, Türk toplumu da kendi ayakları üzerinde durdukça, durmayı öğrendikçe, devlet kavramının özüne değil ama onun kendisine yansıyan jakoben, buyurgan ve otoriter yüzünü sevimsiz bulmaya başlıyor.

Türk toplumu, asırlar süren bir vetire içinde damıtılmış devlet bilinci sayesinde, belki büyük oranda ortalığı yakıp yıkmıyor. Ama büsbütün de sessiz ve tepkisiz kalmıyor. Önüne konan her demokratik fırsatı, kendine özgü edasıyla, Kayserili'nin valisini protestosundaki zerafetle tepkisini ortaya koyuyor. Cumhuriyet döneminde gerçekleşen seçimler, bir yönüyle bu ölçülü tepkinin tarihi değil midir? Aslında bu tepki, Türk toplumunun devletle olan ilişkisini, Batı'da yüzyıllar süren acı tecrübeler sonucu ulaşılan demokratik niteliğe kavuşturma arzusundan başka bir şey değildir. Anlayanlar için milletimiz yarın da sağduyulu tepkisini ortaya koyacak.

Bulunduğumuz noktada kimileri, hâlâ korku üzerinden nemalanmaya çalışıyor. Onlar, her fırsatta toplumun kendi başına bırakılamayacağı, aksi halde parçalanacağı, devletin elden gideceği paranoyasını yayıyor. Etrafımız düşmanlarla çevrili retoriğinin masal olduğunun anlaşılmasından sonra (Hâlâ şüphesi olan varsa, düşman Suriye ve düşman Rusya'nın son 10 yılda Tükiye ile kurduğu ticari, turistik ilişkinin boyutunu gösteren istatistiklere göz atsın), şimdi de 'içimiz düşmanlarla dolu' edebiyatına sarılmış durumdalar. Bütün çabaları, aslında Kayserilinin valiye düşman olduğuna bizi inandırmak...

Türk toplumuna güvenmeliyiz...

Evet, Osmanlı'nın parçalanma süreci hâlâ hafızalarımızda çok canlı. Etrafımızda birbiri ardına parçalanan devletler var. Ama çözüm, yüreklere korku salarak, toplumu sürekli gütmeye kalkmak ve onun birarada yaşama kabiliyetini tahrip etmekten mi geçiyor? Bu, korkulanı daha da hızlandırmaz mı? Etrafımızdaki dağılma tecrübeleri, esasında zoraki birlikteliklerin akibetini göstermiyor mu? Asırlarca gönüllü bir arada yaşama modeli üretmiş bir mazinin varisleri olarak, özgürlük temelli bir birliktelik modelini dünyada biz üretemeyeceksek, kim üretecek?

Toplumumuz, bütün renkleriyle sanıldığının aksine kendini idare edecek olgunluğa erdiğini haykırıyor. Devlet ile otoriteryen bir ilişki istemediğini söylüyor. Olgunlaşan bir çocuğun, ailesinden beklediği özgürlüğü istiyor. Yanlış yapsa da bunların aslında daha büyük hataları önleyen hayat dersleri olarak görülmesini arzuluyor.

Kanımca, Türkiye rahat bırakılsa, kendi özgün terkibini yapacak. Ve ancak demokratik bir zeminde, karşılıklı etkileşimlerle ortaya çıkabilecek bu terkip, bütün dünya ve özellikle İslam dünyası için umut olacak. Çözüme giden yol, milletini ve devletini seven herkesin, özellikle sivil-asker elitin, en az Batılılar kadar Kayseri'yi anlamasından geçiyor... 

Kaynak: Zaman