Dünkü yazımda işaret ettiğim gibi, 29 Mart yerel seçimleri, bir süredir ortaya çıkmış olan dört partili bölünmeyi teyit etmiş, hatta pekiştirmiştir. Üstelik bu bölünme, belli bir coğrafi bölünme ile örtüşmüş görünmektedir: Laikçi CHP, Trakya ve Ege-Akdeniz kıyı çizgisinde, milliyetçi-muhafazakâr MHP Orta Anadolu ve İç Ege'de, Kürt etnik temelli DTP Güneydoğu'da etkili, fakat ülkenin diğer bölgelerinde ya milli ortalamasının çok altında, ya da hemen tümüyle etkisiz durumdadır.
AK Parti, 2007 seçimlerinde olduğu gibi, bütün bölgelerde önemli ölçüde oy alan, en zayıf olduğu illerde bile ikinci parti durumunda olan ve bu niteliği itibarıyla gerçek bir Türkiye partisi niteliği taşıyan tek partidir. Bu, ona bir merkez partisi karakteri vermekte ve bir yandan birtakım avantajlar sağlarken, öte yandan da onu ciddi sorunlar ve güçlüklerle karşı karşıya bırakmaktadır.
Bu güçlükler, Batı demokrasilerinde de, merkez partilerinin karşılaştıklarına benzer niteliktedir. Maurice Duverger'nin ünlü nitelendirmesiyle, birçok ülkede bir merkez partisi vardır ama, bir merkez eğilimi, merkez doktrini yoktur. Siyasal bölünmenin esas itibarıyla sağ-sol eksenine dayandığı Batı demokrasilerinde sağın ılımlıları ile solun ılımlılarını bir araya getiren merkez partileri, doğaları gereği olarak çelişik ve zıt baskılar altındadırlar. Sağa kaydıkları takdirde ılımlı sol seçmenleri, sola kaydıkları takdirde ılımlı sağ seçmenleri kaybetmeleri tehlikesi büyüktür. Türkiye gibi temel bölünme ekseninin Batılı anlamda, ekonomik sorunlar üzerindeki bir sağ-sol ekseni değil, birbirlerine indirgenmesi mümkün olmayan farklı eksenler olduğu ülkelerde durum, tabiatıyla çok daha karışıktır. Halen Türkiye'de ekonomik anlamdaki sağ-sol bölünme çizgisi önemini büyük ölçüde kaybetmiş görünmekle birlikte, dört eksendeki bölünmeler, endişe uyandıracak derecede ciddi ve derindir. Bunlardan birincisi, laikliğin din-devlet ayrılığı anlamındaki evrensel tanımının hayli ötesine geçen pozitivist bir laikçilik anlayışıyla, dinî inanç temelli muhafazakârlık arasındaki bölünmedir. Çeşitli kamuoyu araştırmalarının gösterdiği ve seçim sonuçlarının teyit ettiği gibi, seçmenlerin yaklaşık dörtte biri, AK Parti iktidarını kendi laik hayat tarzlarına karşı bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu kesim, yaklaşık olarak, CHP oylarına tekabül etmekte ve ülkenin, laik hayat tarzının hâkim olduğu bölgelerinde kümeleşmektedir. Böyle bir tehdidin gerçekten var olup olmadığı çok önemli değildir. Çünkü siyasetin ünlü vecizesiyle, siyasi hayatta algılar, en az gerçekler kadar önemlidir. İkincisi, Türk milliyetçiliği ile Kürt azınlığın etnik kimlik talepleri arasındaki çatışmadır. Üçüncüsü, ikinciyle kısmen örtüşen, Türk milliyetçiliği ile globalleşmenin gerekleri (Türkiye bağlamında AB üyeliğine yönelik demokratikleşme reformları) arasındaki çelişkidir. Dördüncüsü, Türkiye siyasetine onyıllardır damgasını vuran, merkez ve çevre, devlet elitleriyle siyasal elitler, eğer daha avamî şekilde ifade etmek gerekirse "beyaz Türkler"le "zenci Türkler" arasındaki bölünmedir. Bu bölünme çizgileri bağlamında AK Parti, inanç temelli muhafazakâr değerlere ağırlık veren, globalleşmenin ve demokratikleşmenin gereklerini belli ölçüde yerine getirmeye çalışan, etnik kimlik taleplerine iki milliyetçi partiye (MHP ve CHP) oranla daha anlayışla yaklaşır görünen ve merkez-çevre çatışması bakımından açıkça çevrenin temsilcisi olan bir merkez partisi görünümündedir.
Ancak bu merkez partisi konumu, AK Parti'yi merkez partilerinin klasik ikilemleriyle karşı karşıya getirmektedir. Partinin mevcut konumunda şu veya bu yönde önemlice bir değişiklik, bir taraftan oy kazanımına, diğer yandan da oy kaybına neden olabilir. Mesela Kürt sorununda kimlik taleplerine daha anlayışla yaklaşmak, Kürt kökenli seçmenlerden daha büyük destek sağlarken, parti tabanındaki Türk milliyetçisi unsurların uzaklaşmasına neden olabilir. Tersine, milliyetçi söyleme yaklaşma, özellikle Güneydoğu'da ciddi oy kaybına yol açabilir. Bunun belirtileri 2009 seçimlerinde açıkça görülmüştür. İnanç temelli sorunlardan (türban, imam hatipler, Kuran kursları, vs.) uzak durmak laikçi muhalefetin endişelerini kısmen hafifletebilir; fakat bu sorunlar bakımından daha radikal bir çizgiyi temsil eden Saadet Partisi lehine partinin muhafazakâr oy tabanından kaymalara yol açabilir. Bunun da belirtileri 2009 seçimlerinde gözlemlenmiştir. AB reformlarına ve demokratikleşmeye öncelik verilmesi, bir miktar zayıflamış görünen liberal desteği yeniden güçlendirebilir, fakat milliyetçi ve Avrupa karşıtı tepkileri artırabilir. Buna karşılık, hiçbir yönde ciddi bir adım atmadan, belki birtakım kozmetik değişikliklerle mevcudu muhafaza anlamına gelecek bir "idare-i maslahatçılık" politikasının da AK Parti'ye oy kazandırmayacağı, hatta büyük ihtimalle oy kaybını sürdüreceği tahmin edilebilir. AK Parti, bir demokratik değişim ümidi olarak, 2002, 2004, 2007 ve (her şeye rağmen) 2009 seçimlerinde büyük başarılar elde etmiştir. Her politikanın getirisi olabileceği gibi, götürüleri de olabilir. Şu noktada bize göre yapılması gereken, icabında bazı faturaları ödemekten de çekinmeyerek, doğru bilinen yolda, yani demokratikleşme ve AB yolunda kararlı şekilde ilerlemektir. Bunun, Türkiye'deki herkes için daha fazla hürriyet, daha büyük refah ve daha büyük mutluluk demek olduğu, kamuoyuna daha iyi anlatılmalı ve mümkünse muhalefet partilerinin de bu yönde desteklerinin sağlanmasına çalışılmalıdır. Bu bağlamda sivil ve demokratik anayasa projesinin canlandırılması, özel bir önem taşımaktadır. Nihayet, AK Parti'nin kimsenin "hayat tarzı"nı tehdit etmediği, kültürel farkları ve hayat tarzı farklılıklarını bir zaaf değil, bir zenginlik kaynağı saydığı mesajı, daha güçlü ve inandırıcı şekilde verilmelidir. Bu tehdit algılaması bertaraf edilebildiği takdirde, laikçi muhalefetin AB reformlarına destek olması konusunda önemli bir psikolojik engel ortadan kalkmış olacaktır.
PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN[BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ]
Kaynak: Zaman