Meleğin kanatları

“Bir kuğu uçuyor yırtarak göğü bir çığlık düşen yaprak gibi”

Emine K. Kılınç, “Kuğu Gölü İlk Perde” şiirinden

Başörtülü şair için kalem uzamını şekillendiren asa bir bakıma. Mısralarıyla kendi kamusalını oluşturuyor o, Mallarme’nin çığır açan şairler için kaydettiği üzere. Saç telleri mısralara karışıyor, “saçları vardır aşkın” diyor Hayriye Ünal, “kararmış bir avuç yüz, bir tutam yılan saçı/ perişan hazinemde” diye yazıyor Fatma Şengil Süzer. Mısralar bir mekânın geçişsizliğini sınıyor, deniyor, yontuyor, geri çeviriyor. Bazen de mekânı dönüştürmenin yollarını arıyor. (Melek Arslanbenzer, “Metroda Cuma Namazı”)

Başörtülü bir yazarın veya şairin yasaklı yıllar boyunca  kaleme aldığı metinlerin bir ucuyla başörtüsüne dokunmaması neredeyse imkânsız; yasak bütünüyle kuşatıyor uzamı. Aynanın karşısında başını örtmeye başladı genç şair. Bir kulübede açsın diye baskı görecek; “ikna odası” denilen mahalde. Başına örttüğü geleceksizliği sayılmasın; “kalem”in bir kurtarıcılığı var;   “Alak Suresi”nden biliyoruz.

Ev, yalana zorlayan kamusal mekânlara karşılık bir ferahlık sunabilir miydi hâlâ? Emine K. Kılınç buna emin görünmüyor: Evin dışına çıkan kimsenin dönecek bir mesafeyi hesaba katmıyor olması, tuhaf. Ev ise er-geç geri çağırıyor: “-akşam sefaları çelik kapılarıyla”. Melek Kanatlı Kadın bir mekâna sığamamanın boğulmasını duyuruyor “Kuğu Gölü İlk Perde” şiirinde. Kuğu onca zarif, ak, saf ve büyülü gölünde ve gökyüzünde. Meleğin kanatları ise duvarlarla hesaplaşmayı sürdürüyor. 

“Badi badi yürüyorlar, böyle olmamalı”, demişti mealen Abdurrahman Dilipak.  İyi niyetli öğütlerle ilerliyordu tespitin açılması.  Melek Kanatlı Kadın her açıdan mükemmel olmayı başarmak zorunda, sokaklarda uçarcasına yol alırken, aksi takdirde modernizmin kuşatmasına karşı direnme sebebi ve kaynağı son kale de yıkılabilir. Fakat o temennilerle biçimlenen mükemmelliği sağlamaya çırpınırken 24 saat ayakta kalmayı başaramıyor. “Kim bilir döne rbelki, hızı düşer saatin…”  Melek gibi, evet, ama aslında insan, düşünüp taşınıyor ve gecenin bir vaktinde uykusu kaçsa bile başını yastığa koyabilmeli. Kısılan şey neticede öz bakım, ister istemez öyle oluyor: Yemek pişmeli acilen, çamaşırlar yıkanıp asılmalı, felçli kayınvalide’nin banyosu yaptırılmalı, küçük kız okuldan alınmalı, oğlanın matematik ödevlerine yardımcı olmalı, kayınvalide için ayrıca perhiz yenmeği pişirilmeli. Bir araya sıkıştırılabilir öz bakım, olsa olsa koşturarak gidilen okul, cami, komşuda mevlit, çarşı-pazar yolunda geçilen park.

“Ama zahmet kipleri beni bugün yormayın”. Şairin neyse ki acı ironiyi aktaracak imgeleri, kelimeleri var. Akdeniz ikliminde kadın bu dilemmayı hep yaşamıştır: Bir yandan bütün meleksiliğiyle evde olmalı, diğer yandan dişi kuş yırtıcılığıyla çatısını kollamalı dört bir tarafta. Nahif ve zaife olarak tanımlanıyorken, ocağın iffet ve namusundan hesaba çekilen de öncelikle  o değil midir.... Öyle olsun, o bir melek, şairimiz öyle görüyor, melek ya da çığlığıyla göğü yaran bir kuğu da sayılabilir. Fakat derin, müzikal bir sesle yükselen kanatları bir yerlerde kavisini yitiriyor, ses ise sanki ansızın  inlemeye dönüşüyor. “Arıza çıkmış olabilir bir yerde biraz kusur…” Odalar dar, sokaklardan geçişi tartışmalı, kamusal eşikler kılı kırkı yararak yokluyor kimliğini. Melek görünmez olmalı, aşabilmeli çitleri duvarları, kapılardan eşiklerden sessizce geçebilmeli. Eve geç dönmemenin bir yolu bulunabilir mi hâlâ? Kanatları örselendiğinde, hesaba katılmadığı yerden koşarak geçerken badi badileşiyor olmalı yürüyüşü; ne gelir elden… Niye görmüyorlar? Boynunu dik tutmaya çalışıyor, lâkin gölü ırmağı yok; bir kuğu yine de, hesaba katılmadığı eşiklerde kendi dilini  anlaşılır kılması/öğretmesi gerek, başka bir görünürlüğü, hesaba katılmamış kanatlarıyla…

Onun uzamı nâmevcudun alanında oluştuğu için göze çarpsa da görünmez, kanatları duvarlara çarparken sıçrasa da kanından damlalar etrafa, acısı bir genellemeyle gözden ırak kılınır.  

Nedir ki “uzam”? Nefes alan ve veren hacim, benliğinizi yedirdiğiniz, ayak seslerinizi ve gülüşünüzü, dualarınızı ve hıçkırıklarınızı tanıyan mekân… Kanatlarınız olsaydı, kırılmasına izin vermezdi; tebessümünüze zehir damlamazdı yalıtım tabaklarından… Ekrandaki öğretmenin plates komutunu izlerken yeteri kadar geniş salon, gelgelelim daralıyorsunuz. Bu ev ve odaları  günde kaç kalori alacağı hesaplanan solaryum bronzu teni olan bir kadın için tasarlanmıştı. Kanatların dağılırken evden sokağa taşan koşturmaca badi badi yürüyüşle ilerleyecek, cami Pazar yolunda. Muhtar seni solaryum bronzu ve göbek atmalı kadın programı müdavimi komşu kadınla eşitleyecek, meslek hanesi kaydında.

Ne sokak ne de ev kanatlarına uygun tasarlandı. Hastanın diyet yemeğini hazırlıyor ve ayak üstü bir şeyler atıştırıp yola düşüyor. Çünkü bilincini rahatsız ediyor genelleme: Sabahtan akşama bir rehavetle keyfine bakan komşusu da “ev kadını/hanımı”” olarak kayıtlı muhtarlıkta, kendisi de. Alınmasının sebebi yarım yamalaklığa mahkum tahsili değil. O gün içinde gönlünce kanepeye uzanmak nedir bilmedi yıllardır, işi gücü ev işiyle sınırlı da olmadı, kaldı ki sevmese de üstesinden geldi çift çizgisiz pantolon ütüsünün yine de Rosetti’nin mahmur Şark kadınlarıyla bir tutuldu. Kendince bir tarz edinecek zamanı bulamadı. O zamana sahip olma ihtimalinden utandı. Takva giysisiyle hastalara, yoksullara koşabilirdi. Vakit her zaman dardı. Badi badi yürümenin elinde olmadığı sıkışmalar yaşadı.

Kadınların kendilerine uygun olmadığı halde içine hapsedildikleri biçimler düzeninden söz ediyor Luce İrigaray, “Ben Sen Biz”de: “… Var olmanız için bu biçimleri kırmanız gerekiyor.” Oysa bu kırma işlemi ille de bir yeniden doğmayı getirmeyip kendini yok etmekle de sonuçlanabilir.  Ya da biçimsel hapishanelerin kırılmasıyla “tenimizden bize geriye ne kaldığını” keşfetmemiz de olası. Şu var ki bize geriye kalan her ne varsa, bir tanımlama gücü ve iradesiyle birlikte olası. Bizi biçimler üzerinden varoluşa zorlayan ruhsal hapishanelerimiz aynı zamanda kanatlarımızı (masumiyetimizi, ilkeselliğimizi ve azmimizi ya da tam olarak bizi kendimiz kılan ne varsa işte onu) kırıp dökerek zapt-u rapt altında tutmanın da düzeneği demek.

“Hani bir yer vardı şurada göğe açılan bir merdiven…”

Kurtuluş vaat ederken özgürleşmeye izin vermeyen çekirdek ailenin cinnet evi, mütedeyyin kadının yeryüzü cenneti olamıyor. Rousseau’nun meleksi kadını olmak ya da Monna Rosa hayatı sürdürmek, evin eşiğinden arabaya, oradan yazlık bahçelerine bir “kapalı” hayata dahil olmak anlamına geliyor. 

Müminin kamusal alan hayatıyla mümineninki arasındaki kopukluk, özel alana da yansıyan bir dil/anlayış uçurumu demek.

“Hiçkimseye dönüşmek”ten söz ediyor “Kuğu Gölü İlk Perde”nin şairi, kaleme aldığı bir başka metinde. Başarılı öğrenci, fakülte koridorlarında hocalarının hakaret dolu haykırışlarını hiç unutmadı. Tahsilini yarıda bırakması anne ve babasını öfkeye boğmuş, aslında yıkmıştı. Yıllar hep bir şeyler bildiğini, anladığını ispatlamaya zorlayan telafisi zor bir süreçte, bazı tanımlara hapsolmama mücadelesiyle geçti.  Mekânlara vurulan kilitlerin sadece geçmişinin değil geleceğinin de elinden alınması anlamına geldiğini duydu. Bir de kifayetsiz kelimelerin yol açtığı zor sorular… “Kendi yaşadığımız tarihi yeterince ifade edemediğimizi için başkalarının tanımıyla nefes almak ya da boğulmak zorunda kalıyoruz hep” diye yazıyor Emine K. Kılınç.  Başbakan Erdoğan tarafından 30 Eylül’de açıklanan paketle bundan böyle başörtüsü –üniforma dışında- serbest olacak. Yaralar geriye doğru iyileştirilebilir mi? Hayır, geçmiş telafi edilemez nadiren tazmin edilebilse bile; zamanlar çalınmıştır, dönemler, ömürler.

Gerçi şaire mısralar bağışlandı parçalanması mümkün kanatların yerini tutsun diye ve ola ki her birinin mütebessim siması ve selamı geniş zaman sabrıyla ödüllendirildi. Başını ağırlaştıran kırk türlü düşünceyle camiye ulaşmaya çalışan kadın zamanla yarışmanın mahcubiyetiyle badi badi yürümeye başladığını fark etmiyor bile: Muhayyilesi ve fikri işlek olsa da vakti gasp edilmiş dönemler yüzünden hep dar. Böyleyken dualarını ve yardım elini eksik etmiyor ihtiyaç duyanlardan; dualardan, fikirlerden, tasarılardan ve şiirlerden de eksilmemeli.   

                                                                                

KUĞU GÖLÜ İLK PERDE

-ama zahmet kipleri beni bugün yormayın

İşte dönüyor annem sabahları

Evleri etekleriyle cebireis dağını çıkmaktan

Nane kurutan bir kadın değil artık

Sabah serinliğiyle yatışmış alnı

Ağarıyor saçları uzakları bakmaktan

Kim bilir döner belki, hızı düşer saatin

Akdeniz kıyıları kimbilir- Gaflet de sıkılıyor sevgili

Testiler kırılıyor gün içinde güm diye hevesin

O lokomotif bütün pazarları dolaşmış oluyor

Yokuşları sonra bir iççekmece bir damla usulce dağılıyor

Hünerler tükenmiş geç dönülmüş eve

Arıza çıkmış olabilir bir yerde biraz kusur

Abartılmış olabilir bile bile

Pencereleri anneleriyle,bekliyor

kimseler bilmez gecesini herkes mi biliyor

nerde pişman olma mecazları,dönüyor dünya

kırmızı mahçup kan portakalı - ayağını suya değirmiş

ama nasıl unutma ırmakları yerçekiminden dışarı akıyor

ama nasıl çözünce saçlarını korkunç sarı bir fırça darbesi

derdi belki Van Gogh’a sorsam

-oysa annem denize doğru bakıyor boğulmasın diye çocukları

 

Hangi denizden kurtulsam bulmasan beni biraz toprak biraz cenin

Biraz ölmemiş olarak –,akşam sefaları çelik kapılarıyla

Ya evin dışındaysak

kimsenin dönecek bir uzaklık almamış olması tuhaf

Ellerimizin bunca boş durması yan yana,

Bir kuğu uçuyor yırtarak göğü bir çığlık düşen bir yaprak gibi

Durmadan.Dönüyor annem çocuklarını kurtarmaktan

-öl demezsen biliyorum ölmüşlerden sayılmam-

neyim var peki nerde meleklerim kanatlarım

bana mı dar geliyor bu ölümlü gömlek

kusurun ikimetrekırkbeş desen terleri -döküldü dökülecek

hani bir yer vardı şurada, göğe açılan bir merdiven

Hani kuşlarını çağırdığın bir aralık açılır mı yalvarsam

Şimdi bir dağ dönüyor bir anneden çok güç dönüyor

nerde olabilirim belki rüya bu kuğu gölü

 yükselerek kanatlarıyla

Odette gibi dönüyorum annemin avuçlarında

 

-ama sabır kuşları şu dalları da alın-