Talep dünyasındaki kalemler, ekonomi-politik tarih içinde başkalaşacaktır. Bu özellikle de üçüncü düzeyde, 19. yüzyıldan başlayarak, sanayi kapitalizminin dinamikleri üzerinden okunmalıdır.
Artık sınıf savaşları yüzünden gerileyen aristokrasi müşteriler dünyasındaki belirleyici hakimiyetini kaybetmektedir. Kaldı ki, sanayi kapitalizminin üretim kapasitesi düşünüldüğünde yeni tüketim örüntüleri aristokratik taleplerle temellendirilmenin çok ötesine geçmektedir. Üretimin boyutları, estetikten mühendislik eksene kaymaktadır. 19. yüzyılda demir-çelik mamullerin siparişleri alınmaktadır. Ekonomi-politiğin çelişkisi de burada ortaya çıkmaktadır. Bu yüksek düzeydeki üretkenliğin müşterisi kim olacak ve ne talep edecektir? Evinden Barok'u, Rokoko'yu kovmuş, talep dünyasını kısmış, hanesinde çekirdek aile mahremiyetine çekilmiş bir orta sınıf mı? Hayır. İhtişamını, debdebesini kaybetmiş bir aristokrasi mi? Hayır.
1840-1870 arasında adeta bir patlama şeklinde yaşanan şehirleşmeye yüksek oranlarda bir proleterleşme de eşlik ediyordu. 19. yüzyılın sonları itibarıyla Britanya nüfusunun yüzde sekseninin proleterleşmiş olduğu kayıtlıdır. Bu büyük nüfuslar yeni tüketiciler olabilir miydi? Elbette ki hayır. Açlık sınırında yaşayan bu insanların yegane tasası karınlarını doyurmaktan başka ne olabilirdi ki? O zaman tek en kestirme yol, kârın maksimizasyonu düşünüldüğünde savaştı. 19. yüzyılda savaşsız bir beş sene bulmanın imkânsızlığı buradan kaynaklanır.
İşin garip tarafı, anti-kapitalist mücadeleler de bu tuzağa yuvarlanır. Mesela sosyalist tasavvurda işçi sınıfı üretken dünyasıyla somutlaşır. Elinde çekiç vardır. Onun yeri fabrikalardır. Ellerindeki oraklarla köylüler de onlara katılır. Onca sosyalist propaganda tasarım ya da çizimlerinde siz hiç, ailesiyle pikniğe çıkmış, bir parkta bankın üzerine uzanmış bahar güneşinin keyfini çıkaran, lüks arabasıyla gezen, nimet bolluğu sunan bir hipermarkette raflara saldıran, eline geçirdiğini alışveriş sepetine atan ve bütün bunları yapabildiği için etrafına mutlu nazarlar saçan bir işçi imgesine rastladınız mı? Marx, ütopyasında sosyalist üretimin ödülünün "herkese ihtiyacına göre" işleyen bir dağıtım olduğunu söylüyordu. Ama bu ihtiyaçların neler olabileceği meçhuldü. Onun beklediği el emeğine olan bağımlılığın yok olması ve insanın zihnî ve ruhî şubelerinin yönettiği bir ihtiyaçlar dünyasıdır. Bu aslında zayıf bir burjuva beklentisidir. Orta-sınıf kaygılarla düşünen liberal ya da muhafazakârın kafasında da bu kadarı vardır.
I. Wallerstein'ın reel sosyalist tecrübenin aslında bir tür periferi kapitalizmi olduğu yolundaki değerlendirmesi son derecede doğrudur; A. Heller gibilerin sosyalist pratiğin tüketimi baskılamayı radikalize etmekten başka bir şey olmadığını belirtirken son derecede haklı olduğu gibi. Ama bu, özünde tüketimin sivilleşmesine dönük eğilimlerin baskılanmasıdır. Ezcümle kapitalizm, aristokrasinin ince zevklerinin yönlendirdiği sivil bir tüketimciliği, önce orta-sınıf perhizkârlıkla; daha sonra da militarizm ile sona erdirmiştir. Modernitenin tarihi bir tür sıfır toplamlı süreçler olarak da okunabilir. Canlanan şehir tarihlerinin şafağında "özgürlük" ışıyordu. Ama kapitalizm, Foucault'nun ince analizlerinden öğreniyoruz ki, onu bireylere nefes aldırmayan "pan opticon" ile pasifize etti ve ezdi. "Şehir havası özgürleştirir" sözü bir bumerang hareketiyle, Nazi kamplarında "İş özgürleştirir" olarak döndü ve burada bir bozuk plak gibi takılı kaldı.
Ve Türkler tüketmeye başlıyor...
Türklerin tüketim tarihindeki canlanmalar daha çok, Barok-Rokoko zevklerin şehir hayatlarına karıştığı 19. yüzyılda görülür hale geldi. Bu aynı zamanda yabancı dünyaların görgü ve zevklerinden etkilenildiği için şedit bir tepkiyle karşılandı. Ahmed Midhat Efendi bu dekadanlıktan hiç hoşlanmıyor; yalın ve düzgün yaşayışı "sa'y" ahlakı ile bütünleştiren ve sosyal yarara taşıyan bir burjuva anlayışını savunuyordu. Sosyal yarar, tüketimin baskılanmasında kilit öneme sahip olan bir terimdir. Her atılım, üretimi artırmak ve daha kaliteli kılmak içindir; değilse konfora dönüşerek bireyler düzeyinde somut bir tarz-ı hayat haline gelmesi düşünülemez bile. Tüketimi kişisel hikâyelere karşılık gelmeyen üretim bir modeldir ve bu açıdan daha sonra kendi aralarında kanlı-bıçaklı olan ideologların hayallerini süsleyen Türkiye manzaraları arasında uzun boylu bir fark yoktur. Tüketim olgusunun sivilleşmesi İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde gerçekleşti. Bunun üç temel dayanağı vardır. İlki; insan maliyetlerinin korkunç boyutlara varmasıyla ilişkilidir. İkinci Dünya Savaşı bitiğinde üçüncü dünya savaşı için savaşacak erkek nüfus kalmamıştı. İkincisi, silahlanma yarışının dehşet dengesine dönüşmesiyle ifade edilebilir. Nihayet üçüncüsü, kapitalist ekonomi-politik çerçevesinde verimliliğin yeniden-dağıtım kanallarının açılmasıyla artırılabileceğine dair bir kavrayışın yerleşmesiyle ilişkilidir. Sınıf savaşlarından bıkmış işçi sınıfı politik iddialarını sınırlandırıp rutinleştirecek, bunun karşılığında ev, araba tatil üçlemesinden payını alacaktı. Bauman bunu ekonomi-politik dünyanın "ekonomikleşmesi" olarak görür. Burada karşımıza steril bir ileri kapitalist ülkeler profili çıkar. Bu ülkeler kendi aralarında savaşmayacak, savaş kenara taşınacak ve yüksek kârlılık ilkesi işleyecektir. El'an bu tablo değişmemiştir. İsveç demokratik sosyal-refah devleti olarak nam kazanır ama bu onun ekonomisinin büyük ölçüde militarist olduğu gerçeğini örtmez.
Bu gelişmeler tüketim dünyasının sivilleşmesi olgusunu ortaya çıkarıyor ve kapitalist kârlılığı katlıyor. Kapitalizm R. Lüksemburg'un ifadesiyle "barbarlığa" dönük yatırımlarını sürdürüyor. Ama bunun yanı sıra palazlandırdığı kitleleri de müşterileştiriyor ve yeni kârlılık kaynakları sağlıyor. Politikanın ekonomikleşmesi ise bir yandan politik edilginleşmenin sınırlarını büyütüyor; diğer yandan devleti etkinleştiriyor ve pan-opticon'u yaygınlaştırıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen dünyadaki bölünme Batı-Doğu, Kapitalist-sosyalist bloklar arasında değildir. Soljenitsin'in "Gulag Takımadaları" romanı, H. Böll'ün "Katerina Blum'un Çiğnenen Onuru" ile birlikte okunursa anlamlıdır. İki-kutuplu dünya içi boş bir ayırımdır. Yegane ayırım, tüketimin sivilleşme dinamiklerini ifade eden bir kapitalizm (Batı) ile bunu sınırlandıran sözde sosyalist ama aslında başka bir tür kapitalizm (Doğu) arasındadır. Duvarlar yıkılıp, zincirler boşaldığı zaman ortaya çıkan manzara bir ilerleme değil, tencerenin yuvarlanıp kapağını bulmasıdır.
Biz Türkler, sivil tüketim örüntüleriyle 1950'li yıllarda tanıştık. Bu özellikle ABD ile kurulan ilişkilerde ortaya çıkar. 1950 ve 1960'lı yıllarda Amerikan alt-orta sınıfın bazı tüketim nesneleri bizim orta sınıfların hayatına girmeye başlar. Dayanıklı tüketim malları, buzdolabı, çamaşır makinesi, deterjanlar, hazır mamalar, envai çeşit petrol türevi ürün -başta formika, ve marley-, transistörlü radyolar, teyp ve pikaplar, artık mekânı apartman dairesi olan bu tüketim gösterisindeki yerlerini alır. Burada ilginç olan "konfor"un "prestij"in sıkı markajından kurtulması ve özerkliğini kazanmasıdır. 80'ler sonrasına karşılık gelen bir sonraki aşamada prestij bizatihi konforun düzeyi tarafından belirlenecektir. 1960'lardan itibaren insanın kendisini derin iç tatminlere bağlı olarak gerçekleştirmesini deyimleyen "özgürlük" düşü, politik anlamını önce ekonomikleşerek kaybetti. 1980'lerden günümüze artık tüketim kapitalizmi olarak adlandırılan kapitalizm ekonomik dünyanın politik dünyayı kolonize etmeye başladığı 1960'ların kapitalizminin ileri evresinden başka bir şey değildir.
1980'lerden günümüze refah devletinin bloke ettiği kamusal hayatlar bugün devletin geriye alınmasıyla boşaldı. Ekonomi-politik düzeyde boşalan kamusal hayatın içini yoğun bir ticarileşmeyle birlikte "tüketim" ve "kültürelleşme" aldı. Her ikisini de birlikte tecrübe ediyoruz. Bu iki dinamik başlangıçta çelişkili gözüküyor. Tüketim, Baudrillard'ın da işaret ettiği gibi bir "baş dönmesi". Hız ve mekân değiştirmelerle ölçülüyor. Bu mekânların büyük çoğunluğu ise ele geçirilemeyen ve sosyal antropolog M. Augé'nin ifadesiyle "yer olmayan"lara karşılık geliyor. Burada ne sizin ne de karşılaştıklarınızın "kim" olduğu önemli. Önemli olan, karşılaşmaları yoğun bir temassızlık ve kayıtsızlık üzerinden örgütlemek. Eski dünyadaki agora-politika bağı artık yok. İçi politik ve ekonomik olarak boşalmış, yoğunluğuna ticarileşmiş postmodern agora sessiz yığınlarca tüketiliyor ve bu hummalı tüketimin sonucunda "açılma" "kapanma"yla nihayetleniyor ve herkes evine son hız ulaşmaya çalışıyor. Minimalist zevklerle bezeli bu evin artık selamlığı bile yoktur. R.Sennett, özellikle koltuğun ergonomikleşmesi bağlamında bu konfor tarihinin izini sürer. Burjuva mahremiyeti ergonominin ve minimalizmin tarihidir. Elde edilen rahatlık bedelsiz değildir. İçine gömüldüğümüz koltuklar, hem bizi rahatlatır hem de edilginleşir. Bunu tersinden de okuyabiliriz; kültürel olarak derin yabancılaşma yaşayan, önce ekonomi-politiğin, daha sonra da kültürelleşmenin cenderesi altında edilginleşen bedenler oturur bu konforlu koltuklara. Politik etkinlik gösterileri bizleri aldatmamalıdır. Bu etkinlik gösterilerinin dip sularında derin bir sessizlik ve etkinsizleşme yatar. Baudrillard'ın "obez" tiplemesi de bunun ürünüdür. Burjuva tüketim tarihi ergonomiye, ergonomiden obeziteye giden süreçleri izler.
Akif olacakları sezmişti
Tüketilen emtianın çeşitliliği yüzeyde. Bu çeşitliliği popüler kültür sağlıyor. Tüketimi kısmen şenlikli kılan ve bir kitle kültürü boğuculuğundan çıkmasını sağlayan da bu. Yüzeydeki çeşitlenme derindeki aynılaşmayı görmemizi engellememelidir. Öte yandan ihtiyaçlar bizim geliştirdiğimiz ihtiyaçlar değil, birilerinin bizim için ihtiyaç haline getirdiği ve paketleyerek karşımıza getirdiği kalemlerden oluşuyor. Konfor bu tuzağın değişmez anaforu. Ezcümle birer özne olarak karar verme özgürlüğümüzün elimizden alındığı başdöndürücü bir yarışta, elde ettiğimiz konfor nispetinde etkinsizleşiyoruz. Tüketimsel özgürlük, Bauman'ın ifade ettiği gibi "özgürlük" düşünün politik olmayan yegane, somut karşılığı. Bu dünyada tüketmeyenin özgür olacağı düşünülmüyor bile. P. Eluard'ın şiirindeki "özgürlük" ile özgür kız Nil Karaibrahimgil arasındaki kontrastı görmek lazımdır. Tüketim politik endişelerden kopuk yeni bir ontoloji; ancak ahlaken yargılanıyor ve bu sıkıcı yargılamaların hepsinden beraat ediyor. Tüketim politikadan muaftır ve politik olarak kolonize edilip, sorgulanamıyor.
Bugün politikayı kolonize eden yegane unsur ise kültürelleşme. Kültürelleşme yoğun bir "gemeinschaft" bağlılığı üzerinden gerçekleşiyor. Bu, sanki tüketerek yitirdiğimiz bağları bize yeniden kazandırıyor. Ama aslında tecrübe edilen içsel daireler (inner circle) fetişizminden başka bir şey değil. Varlığını açık havaya, "ötekiler"le karşılaşmaya, "öteki" üzerinden çoğalmaya borçlu olan politik özgürlük ideali, giderek daha fazla kapanmaya evriliyor. Farklılıklar bir keşif konusu olmaktan çok, Crash filminde çok çarpıcı olarak ortaya konduğu üzere bir kaygı, korku ve dayatma konusu artık. Kültürelleşme ile tüketim dünyası yer yer kesişiyor. Ama galebe çalanın tüketim olacağına kuşku yok. Politik dünyayı kolonize eden kültürel davaların eklemleneceği yegane kültür, politik mahiyeti olmayan tüketim kültürüdür. Tanınma bir prestij talebidir. Politik olarak elde edilmiş bir prestij, küresel anlamdaki egemen prestijler skalasında ancak diplerde yer bulabilir. Politik olarak tescil edilen her kültürel farklılığın; farklı kılarak benzeştirmeyi sanat haline getiren tüketim dünyasında derin bir benzerlik olarak karşımıza geleceği aşikardır.
Türkler, dünyanın en tüketici milletlerinden birisi haline geldi. Türkiye "kültürel kapanma" ve "tüketimsel açılma" arasındaki makasın en fazla büyüdüğü yerlerden birisi. Akif, tüketiminin ne olduğu belli olmayan bir üretim düşü görenlerdendi. İlimciliği, teknolojizmi Safahat'ta çok net olarak görülür. Ama olacakları sezmiyor da değildi. Dücane Cündioğlu bunu, çok çarpıcı bir değerlendirmeyle, Akif'in, asrın icabatını takip eden "yüreği" ile bu yürüyüşün sonunda varılacak yerlerden şüphe eden "gönlü" arasındaki bölünme olarak okur. Akif gibiler yüreklerinin yönlendirmelerini gönül gözüyle okuyabiliyordu. Ama bir derkenarını yazmaya çalıştığımız bu tarihte, galiba en vahim olan, böyle bir okumanın da sonuna gelmiş olmamızdır.
Kaynak: Zaman